Nymphomaniac I-II (Lars von Trier) 2
Trier’in seveni var sevmeyeni var, nedenini de anlamak mümkün. Neticede adam politik doğruculuğa savaş açmış, insanları bazı şeyleri sorgulatmaya kafasını koymuş ve bu uğurda ‘köyün delisi’ olmayı göze almış biri. Örneğin ben, duygu sömürüsü olarak görülen Dancer in the Dark’ı muazzam bulurum, kadın düşmanı ilan edilen Antichrist’i doğru noktaya parmak bastığı için severim; ama çocuksu bir ‘gıcıklık’ niyetiyle çekilip hemen hiçbir halta yaramayan Melancholia’yı zerre beğenmediğim gibi anlamlı da bulmam. Nymphomaniac ise bambaşka bir tecrübe… İçinde bolca entelektüel gönderme mevcut ama hepsi öylesine konulmuş. Filmin bir ana fikri var, ama dört saat uzunluğa değmez. Bazı sahneleri olduğu gibi çıkarsanız film bir şey kaybetmeyeceği gibi kazanır bile. Aslında bu film Şahan’ın Recep İvedik filmlerindeki dertten muzdarip. Her bir bölüm fazla skeçvari ve fazla bütünden kopuk… Genel olarak elimizde kalan şeyse Trier’in sürekli konuşup duran, dırdırcı, şımarık ve çocuksu bir yere evrilmesi… Haneke de kötü film çekiyor mesela ama o her zaman ‘cool’. Trier’se inadına Huckleberry Finn olmaya devam ediyor.
Kıssadan Hisse
Film eleştirilerinin bulunduğu bir blog'tur. Her filmin yanında 5 üzerinden yıldız vardır.
11 Nisan 2014 Cuma
Nebraska
Nebraska (Alexander Payne) 4,5
Payne, Descendants’tan sonra iyice kendini damıtmış gibi… Kendisinin senaryosunu yazmadığı ama bu kadar kendi yazmış gibi duran bir başka eser daha olamaz herhalde. Her bir bölümü kendisinin tam olarak yansıması gibi duran film Payne’in ‘trade mark’ı olabilecek her şeyi içinde barındırıyor. Yaşlılık, gündelik hayat pratikleri, geçmişi sorgulama, sıradanlık… Ortalama bir izleyiciyi sıkıntıdan patlatmaya ant içmiş, son derece minimalist, son derece ‘olduğu gibi’, hayli gerçekçi bir film Nebraska. Bir taraftan derin ve huzursuz bir mizahın her an kendini hissettirdiği film, bir taraftan bu mizahın ‘mizah’ olmadığını da hissettiriyor sanki izleyiciye. Payne’in karakterlerini ısrarla finale taşıması ve elbette finalde onların boş çektiklerini göstermesi filmin (ve Payne sinemasının) en keyifli yönlerinden biri. Sideways/ Election/ Descendants gibi değil, About Schimdt gibi bir film. Payne’in en iyi filmlerinden biri…
Payne, Descendants’tan sonra iyice kendini damıtmış gibi… Kendisinin senaryosunu yazmadığı ama bu kadar kendi yazmış gibi duran bir başka eser daha olamaz herhalde. Her bir bölümü kendisinin tam olarak yansıması gibi duran film Payne’in ‘trade mark’ı olabilecek her şeyi içinde barındırıyor. Yaşlılık, gündelik hayat pratikleri, geçmişi sorgulama, sıradanlık… Ortalama bir izleyiciyi sıkıntıdan patlatmaya ant içmiş, son derece minimalist, son derece ‘olduğu gibi’, hayli gerçekçi bir film Nebraska. Bir taraftan derin ve huzursuz bir mizahın her an kendini hissettirdiği film, bir taraftan bu mizahın ‘mizah’ olmadığını da hissettiriyor sanki izleyiciye. Payne’in karakterlerini ısrarla finale taşıması ve elbette finalde onların boş çektiklerini göstermesi filmin (ve Payne sinemasının) en keyifli yönlerinden biri. Sideways/ Election/ Descendants gibi değil, About Schimdt gibi bir film. Payne’in en iyi filmlerinden biri…
7 Şubat 2014 Cuma
The Great Beauty
The Great Beauty (Paolo Sorrentino) 4,5
Jep zamanında bir roman yazmış ve bu roman sayesinde ünlü olmuş, çok başarılı bulunmuş bir yazar. Aradan uzun yıllar geçmesine rağmen başka bir roman da yazmamış. Filmde karakterler belirli aralıklarla bu soruyu Jep’e sorduklarında, Jep’in ayrı ayrı verdiği cevapların hepsi filmin dokunmaya çalıştığı noktayı birebir özetliyor: Jep’e romanı yazdıran büyülü güzelliğiyle Roma, ama herkesin beklediği o romanı bir türlü yazamamasının nedeni de Roma… “Roma o kadar güzel ki” diyor Jep, “ona bakmaktan kendimi roman yazmaya odaklayamadım.” Sonlara doğru rahibe Maria aynı soruyu sorduğundaysa “her zaman o muhteşem güzelliği aradım” diyor, “ama bulamadım.” İşte Great Beauty hayat içinde çıkılan yolculuğun, hayatın tadını çıkarmanın, bir yere demir atmamanın, bir sonuca ulaşmaya çalışmanın belki ama yine de o sonuca ulaşamayacağımızı bilerek devam etmeyi istemenin filmi… Sohbetlerin, gece eğlencelerinin, sanatın, sorgulamanın, geçmişi anmanın/ onunla yüzleşmenin, ölümün doğallığının ve bizzat bu atmosferi sağlayan muazzam Roma’nın filmi… Sorrentino; Jep’in, aslında Roma’nın ve aslında herkesin hikayesini anlatırken sahneleri birbirine sezgiler ve duygularla bağlıyor, izleyicisine rasyonaliteyle değil büyüyle dokunuyor. Bunun en açık ifşa olduğu sahne ise zürafanın kaybolduğu sahne. Bir illüzyon olduğunu bilmemize rağmen zürafanın kaybolması bizi şaşkına çeviriyor. İşte bu, hayatın da metaforu.
Jep zamanında bir roman yazmış ve bu roman sayesinde ünlü olmuş, çok başarılı bulunmuş bir yazar. Aradan uzun yıllar geçmesine rağmen başka bir roman da yazmamış. Filmde karakterler belirli aralıklarla bu soruyu Jep’e sorduklarında, Jep’in ayrı ayrı verdiği cevapların hepsi filmin dokunmaya çalıştığı noktayı birebir özetliyor: Jep’e romanı yazdıran büyülü güzelliğiyle Roma, ama herkesin beklediği o romanı bir türlü yazamamasının nedeni de Roma… “Roma o kadar güzel ki” diyor Jep, “ona bakmaktan kendimi roman yazmaya odaklayamadım.” Sonlara doğru rahibe Maria aynı soruyu sorduğundaysa “her zaman o muhteşem güzelliği aradım” diyor, “ama bulamadım.” İşte Great Beauty hayat içinde çıkılan yolculuğun, hayatın tadını çıkarmanın, bir yere demir atmamanın, bir sonuca ulaşmaya çalışmanın belki ama yine de o sonuca ulaşamayacağımızı bilerek devam etmeyi istemenin filmi… Sohbetlerin, gece eğlencelerinin, sanatın, sorgulamanın, geçmişi anmanın/ onunla yüzleşmenin, ölümün doğallığının ve bizzat bu atmosferi sağlayan muazzam Roma’nın filmi… Sorrentino; Jep’in, aslında Roma’nın ve aslında herkesin hikayesini anlatırken sahneleri birbirine sezgiler ve duygularla bağlıyor, izleyicisine rasyonaliteyle değil büyüyle dokunuyor. Bunun en açık ifşa olduğu sahne ise zürafanın kaybolduğu sahne. Bir illüzyon olduğunu bilmemize rağmen zürafanın kaybolması bizi şaşkına çeviriyor. İşte bu, hayatın da metaforu.
Gravity
Gravity (Alfonso Cuaron) 4,5
Daha çektiği filmler bir elin parmaklarını geçmedi ama insan ‘en iyi yönetmenler’ başlığı altında hemen onun adını görmek istiyor. Bunun bir nedeni birbirinden tür olarak hayli farklı filmler çekmesine rağmen kendi imzasını o filmlerde göstermeyi başarması. Gravity, örneğin, tüm teknolojik olanaklarına rağmen isim verilmeden bizlere izletilse, bunun James Cameron’la alakasının sıfır olduğunu hemen anlarız. Çünkü olağanüstü yönetmenliğinin yanı sıra şaşırtıcı da bir senaryoyla karşı karşıyayız. Uzay filmi, uzayda aksiyon ayrı ama; çocuğunu kaybetmiş bir annenin hala bununla cebelleştiği bir uzay filmi gerçekten atmosfer yaratma açısında da çok zekice. Yaşamaya devam etmeyi/ pes etmemeyi salık vermenin yanı sıra, ölümü kabullenmenin de anlatıldığı Gravity’e, bu yüzden, Cuaron’un ellerinin ve zekasının dokunduğu çok net ortada. Aşırı sade senaryosuyla ve harikulade mütevazi mesajıyla kaliteli bilimkurguların yanında çoktan yer almayı hak etmiş bir başyapıt.
Daha çektiği filmler bir elin parmaklarını geçmedi ama insan ‘en iyi yönetmenler’ başlığı altında hemen onun adını görmek istiyor. Bunun bir nedeni birbirinden tür olarak hayli farklı filmler çekmesine rağmen kendi imzasını o filmlerde göstermeyi başarması. Gravity, örneğin, tüm teknolojik olanaklarına rağmen isim verilmeden bizlere izletilse, bunun James Cameron’la alakasının sıfır olduğunu hemen anlarız. Çünkü olağanüstü yönetmenliğinin yanı sıra şaşırtıcı da bir senaryoyla karşı karşıyayız. Uzay filmi, uzayda aksiyon ayrı ama; çocuğunu kaybetmiş bir annenin hala bununla cebelleştiği bir uzay filmi gerçekten atmosfer yaratma açısında da çok zekice. Yaşamaya devam etmeyi/ pes etmemeyi salık vermenin yanı sıra, ölümü kabullenmenin de anlatıldığı Gravity’e, bu yüzden, Cuaron’un ellerinin ve zekasının dokunduğu çok net ortada. Aşırı sade senaryosuyla ve harikulade mütevazi mesajıyla kaliteli bilimkurguların yanında çoktan yer almayı hak etmiş bir başyapıt.
Spring Breakers
Spring Breakers (Harmony Korine) 3,5
Harmony Korine, kötü film çekse bile bayıldığım, belki anlattıkları açısından değil de biçimselliği, anlattığı şeyi anlatma şekli açısından sevdiğim bir yönetmen. Herkese hitap etmediği, post modern sinemanın çeperinde dolaştığı da malum… Örneğin ‘Spring Breakers’ da bir şey anlatıyormuş gibi yapan, ama anlattığı şeyi paravan yaparak biçimselliğe ağırlık veren bir film. Hayatları boyunca sadece eğlenip, sevişip, içerek/ uyuşturucu kullanarak yaşamak isteyen genç kızların hayatından bir kesit olan filmin ciddiyet oranı Selena Gomez’in Faith isimli, dindar bir kızı canlandırmasından anlaşılabilir. Hatta filmin bir senaryosunun olmadığını bile iddia edebiliriz. Ama bu dünyanın kafasının en iyi anlatıldığı sahne, pembe maskeleriyle slow-motion ile soygun yapan grubun tema müziğinin Britney Spears’tan ‘Everytime’ olduğu sahne… Tek kelimeyle muhteşem.
Harmony Korine, kötü film çekse bile bayıldığım, belki anlattıkları açısından değil de biçimselliği, anlattığı şeyi anlatma şekli açısından sevdiğim bir yönetmen. Herkese hitap etmediği, post modern sinemanın çeperinde dolaştığı da malum… Örneğin ‘Spring Breakers’ da bir şey anlatıyormuş gibi yapan, ama anlattığı şeyi paravan yaparak biçimselliğe ağırlık veren bir film. Hayatları boyunca sadece eğlenip, sevişip, içerek/ uyuşturucu kullanarak yaşamak isteyen genç kızların hayatından bir kesit olan filmin ciddiyet oranı Selena Gomez’in Faith isimli, dindar bir kızı canlandırmasından anlaşılabilir. Hatta filmin bir senaryosunun olmadığını bile iddia edebiliriz. Ama bu dünyanın kafasının en iyi anlatıldığı sahne, pembe maskeleriyle slow-motion ile soygun yapan grubun tema müziğinin Britney Spears’tan ‘Everytime’ olduğu sahne… Tek kelimeyle muhteşem.
Blue Jasmine
Blue Jasmine (Woody Allen) 2,5
Bir kez daha, son dönem Woody Allen filmleri içinde, neden bu kadar sevildiğini anlayamadığım, herhangi bir Woody Allen filmi… Yine bir ana karakter, yine takıntılı, yine doğru kararlar vermekten yoksun ve yine bu kararlar yüzünden cezasını buluyor. Başından sonuna, harfi harfine bildiğimiz, ezberlediğimiz her şey mevcut filmde. Belki Allen’ın tek artısı Jasmine’in tarafını tu kaka ederken, daha fakir ve mazlum tarafı temsil eden kardeşi Ginger’a daha mutlu bir hayatı bahşetmemesi. Bir de oyunculuğu öve öve bitirilemeyen Cate Blanchett sanki filmde ‘çok iyi’ oynayarak budalaca bir iş çıkarmış gibi duruyor, çünkü Allen filmini ‘Match Point’ gibi çekmektense ‘To Rome with Love’ gibi çekmiş. Bu kan uyuşmazlığı Blanchett’in oyunculuğunu izlerken kendini belli ediyor. Tıngır mıngır hafif jazz müzikleri çalarken Blanchett’in kendini çok ciddiye alan oyunculuğu sadece sırıtıyor. Filmin iyi olmadığı kesin ama vasatlığı tartışılır.
Bir kez daha, son dönem Woody Allen filmleri içinde, neden bu kadar sevildiğini anlayamadığım, herhangi bir Woody Allen filmi… Yine bir ana karakter, yine takıntılı, yine doğru kararlar vermekten yoksun ve yine bu kararlar yüzünden cezasını buluyor. Başından sonuna, harfi harfine bildiğimiz, ezberlediğimiz her şey mevcut filmde. Belki Allen’ın tek artısı Jasmine’in tarafını tu kaka ederken, daha fakir ve mazlum tarafı temsil eden kardeşi Ginger’a daha mutlu bir hayatı bahşetmemesi. Bir de oyunculuğu öve öve bitirilemeyen Cate Blanchett sanki filmde ‘çok iyi’ oynayarak budalaca bir iş çıkarmış gibi duruyor, çünkü Allen filmini ‘Match Point’ gibi çekmektense ‘To Rome with Love’ gibi çekmiş. Bu kan uyuşmazlığı Blanchett’in oyunculuğunu izlerken kendini belli ediyor. Tıngır mıngır hafif jazz müzikleri çalarken Blanchett’in kendini çok ciddiye alan oyunculuğu sadece sırıtıyor. Filmin iyi olmadığı kesin ama vasatlığı tartışılır.
Broken Circle Breakdown
Broken Circle Breakdown (Felix von Groeningen) 4
Film sanki bir ‘country müzik’ albümü gibi… Amerika hayranı, hayatını bir ‘cowboy’ gibi yaşayan, taşralı Didier’in ‘bluegrass’ müzik grubu, filmde bol bol sahne alarak izleyiciye bu müziği sevenler açısından bir şölen yaşatırken, bir açıdan da filmdeki ağır dramı dengeleme işlevi görüyor sanki. Şaşırtmayı seven bir film olduğunu söyleyebiliriz Circle’ın. Örneğin taşralı adam ateist, her bir tarafı dövmeli kadın dindar; çocuğun ölümünün yaya yaya sona saklanacağını düşünürken bunun filmin orta yerinde ‘pat’ diye gerçekleştiğini görüyoruz. “Mutlu son olmasa bile mutsuz bir son da olmaz herhalde” diye düşünürken, baya olabilecek en mutsuz sonla karşılaşıyoruz. Bunlar olurken film kayıp duygusu, ilişkiler, aşk, inanç/din gibi temalara dokuna dokuna ilerliyor. Circle’ın en büyük artısı sadece istediklerini, savrulmadan, dilediği gibi söyleyebilmesi.
Film sanki bir ‘country müzik’ albümü gibi… Amerika hayranı, hayatını bir ‘cowboy’ gibi yaşayan, taşralı Didier’in ‘bluegrass’ müzik grubu, filmde bol bol sahne alarak izleyiciye bu müziği sevenler açısından bir şölen yaşatırken, bir açıdan da filmdeki ağır dramı dengeleme işlevi görüyor sanki. Şaşırtmayı seven bir film olduğunu söyleyebiliriz Circle’ın. Örneğin taşralı adam ateist, her bir tarafı dövmeli kadın dindar; çocuğun ölümünün yaya yaya sona saklanacağını düşünürken bunun filmin orta yerinde ‘pat’ diye gerçekleştiğini görüyoruz. “Mutlu son olmasa bile mutsuz bir son da olmaz herhalde” diye düşünürken, baya olabilecek en mutsuz sonla karşılaşıyoruz. Bunlar olurken film kayıp duygusu, ilişkiler, aşk, inanç/din gibi temalara dokuna dokuna ilerliyor. Circle’ın en büyük artısı sadece istediklerini, savrulmadan, dilediği gibi söyleyebilmesi.
Conjuring
Conjuring (James Wan) 3,5
‘Lanetli ev’ ve ‘cin çıkarma’ temalarını birleştiren Conjuring’in en önemli özelliği filme kattığı gerçekçi doku. Cin çıkarma uzmanlarının filmde yan değil de esas karakterler olarak verilmesi, hatta işin cinin içine girdiği mağdurdan cinin çıkmasını bir görev bilen ve hayatını buna adayan uzmanlara kadar gitmesi izleyici için farklı bir deneyim sunuyor. İster istemez kendimizi cin tarafından ele geçirilen mağdurun yerine koyarken, bir de onu çıkaran bu uzman çiftin yerine de koyuyoruz. Ve filmin çeşitli sahteliklere başvurmadan kendini olduğu gibi kabul ettirmesi ve inandırması ne olursa olsun büyük maharet. İlk 40 dakikasıyla açıkçası döktüren Conjuring’in en büyük zaafı, gizemin çözülmeye başlamasından itibaren basit bir aksiyona dönüşmesi ve ister istemez klişelere bulaşmadan duramaması. Bence ilk 40 dakika bile Wan’ı tebrik etmeye yeter.
‘Lanetli ev’ ve ‘cin çıkarma’ temalarını birleştiren Conjuring’in en önemli özelliği filme kattığı gerçekçi doku. Cin çıkarma uzmanlarının filmde yan değil de esas karakterler olarak verilmesi, hatta işin cinin içine girdiği mağdurdan cinin çıkmasını bir görev bilen ve hayatını buna adayan uzmanlara kadar gitmesi izleyici için farklı bir deneyim sunuyor. İster istemez kendimizi cin tarafından ele geçirilen mağdurun yerine koyarken, bir de onu çıkaran bu uzman çiftin yerine de koyuyoruz. Ve filmin çeşitli sahteliklere başvurmadan kendini olduğu gibi kabul ettirmesi ve inandırması ne olursa olsun büyük maharet. İlk 40 dakikasıyla açıkçası döktüren Conjuring’in en büyük zaafı, gizemin çözülmeye başlamasından itibaren basit bir aksiyona dönüşmesi ve ister istemez klişelere bulaşmadan duramaması. Bence ilk 40 dakika bile Wan’ı tebrik etmeye yeter.
Drinking Buddies
Drinking Buddies (Joe Swanberg) 4,5
Bu filmin eşi benzeri yok, başından söylemek lazım. Bir romantik komedi olmasına rağmen izleyicisiyle bu kadar kafa bulan, klasik yapıyı bu kadar dalga geçer gibi bozan nadir filmlerden… Bazı filmler aşkı, bazıları ilişkileri, bazıları da oyunun dışına çıkıp sadece arkadaşlığı anlatır. ‘Drinking Buddies’ şaşılası bir maharetle bu üçünü birleştiriyor. Daha da ileri gidip bıdı bıdı konuşup duran ve derdini bitmek bilmeyen diyaloglarla anlatan türünün başyapıtı ‘When Harry met Sally’e yıllar sonra belki de daha dinamik, daha felsefi ve zor bir cevap da veriyor. Arkadaşlıkla sevgililiğin bulanıklaştığı, taraf tuttuğumuzda mutlu hissettiğimiz dikotomilerin eridiği böyle bir filmde, izleyici ne yapacağını şaşırıp adeta köşeye sıkışıyor. Film öylesine maharetli ki, insan ister istemez Swanberg’in bu filmi nasıl çekebildiğini merak ediyor. Nora Ephron izleseydi, tahmin ediyorum sever ama bir noktada “bana göre değil” derdi.
Bu filmin eşi benzeri yok, başından söylemek lazım. Bir romantik komedi olmasına rağmen izleyicisiyle bu kadar kafa bulan, klasik yapıyı bu kadar dalga geçer gibi bozan nadir filmlerden… Bazı filmler aşkı, bazıları ilişkileri, bazıları da oyunun dışına çıkıp sadece arkadaşlığı anlatır. ‘Drinking Buddies’ şaşılası bir maharetle bu üçünü birleştiriyor. Daha da ileri gidip bıdı bıdı konuşup duran ve derdini bitmek bilmeyen diyaloglarla anlatan türünün başyapıtı ‘When Harry met Sally’e yıllar sonra belki de daha dinamik, daha felsefi ve zor bir cevap da veriyor. Arkadaşlıkla sevgililiğin bulanıklaştığı, taraf tuttuğumuzda mutlu hissettiğimiz dikotomilerin eridiği böyle bir filmde, izleyici ne yapacağını şaşırıp adeta köşeye sıkışıyor. Film öylesine maharetli ki, insan ister istemez Swanberg’in bu filmi nasıl çekebildiğini merak ediyor. Nora Ephron izleseydi, tahmin ediyorum sever ama bir noktada “bana göre değil” derdi.
Secret Life of Walter Mitty
Secret Life of Walter Mitty (Ben Stiller) 2,5
Derin bir hayal dünyası olan ama bunu yansıtamayacak kadar içe kapanık Walter Mitty karakteri, Hollywood’un ‘yaşama sevinci’ temasını yansıtabilmek için biçilmiş kaftan. Karakter macera ruhlu, yaşam dolu, eğlenceli biri; ama sevdiği kadına açılamadığı gibi işine tutsak hale gelmiş, bu ‘diyonizyak’ içgüdüleri gün geçtikçe körelmiş. Hollywood, Walter Mitty aracılığıyla mesajını veriyor: zincirlerini kır, ipleri eline al, içinde biriktirdiklerini kus, cesaretini topla, kurduğun hayalleri gerçekleştir vb. Bir de meşhurluğundan bir şey kaybetmeyen ‘yolda öğrenme’ temasını koydun mu, iş tamam. Gördüğünüz gibi içerik olarak bir klişeler yumağından oluşan filme (bir de finali başından belli olunca) ilgi duyulması ne kadar güç olsa da, Ben Stiller’ın dokunuşunun filme ayrı bir hava kattığı da doğru. Biçimi fena değil bu yüzden, ama içeriği pek bir kötü.
Derin bir hayal dünyası olan ama bunu yansıtamayacak kadar içe kapanık Walter Mitty karakteri, Hollywood’un ‘yaşama sevinci’ temasını yansıtabilmek için biçilmiş kaftan. Karakter macera ruhlu, yaşam dolu, eğlenceli biri; ama sevdiği kadına açılamadığı gibi işine tutsak hale gelmiş, bu ‘diyonizyak’ içgüdüleri gün geçtikçe körelmiş. Hollywood, Walter Mitty aracılığıyla mesajını veriyor: zincirlerini kır, ipleri eline al, içinde biriktirdiklerini kus, cesaretini topla, kurduğun hayalleri gerçekleştir vb. Bir de meşhurluğundan bir şey kaybetmeyen ‘yolda öğrenme’ temasını koydun mu, iş tamam. Gördüğünüz gibi içerik olarak bir klişeler yumağından oluşan filme (bir de finali başından belli olunca) ilgi duyulması ne kadar güç olsa da, Ben Stiller’ın dokunuşunun filme ayrı bir hava kattığı da doğru. Biçimi fena değil bu yüzden, ama içeriği pek bir kötü.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)