The Tall Man/Sır (Pascal Laugier) 4
Laugier, izleyenleri dumur eden ve bir çırpıda fenomene dönüşen filmi Martyrs'den sonra, derdinin pornografik şiddet olmadığını göstermiş oldu: gizli yeraltı örgütleri, hayatları karartılan zavallı çocuklar ve paranoyaklıkla komplo teorilerinin gerçekle olan ilişkileriyle ilgileniyor Laugier. Tall Men'de, başka kimsede tanık olmadığımız ve Martyrs'ta da gördüğümüz; özneler arası yabancılaştırma, hikayeyi olay örgüsünün çeperinden başlatma gibi bence müthiş maharet gerektiren ve sinemanın doğasına bambaşka açıdan bakabilen bir 'senaryo tekniği'ne sahip Laugier'in, sadece bu açıdan bile takdiri hak ettiğini düşünüyorum. Ahlaki ikilem tuzağına düşüp filmi bu yüzden beğenmeyenlerse tam da yönetmenin istediğini gerçekleştirmiş oluyorlar. Pascal Laugier, filmlerini merakla beklediğim yönetmenlerden biri.
Film eleştirilerinin bulunduğu bir blog'tur. Her filmin yanında 5 üzerinden yıldız vardır.
28 Ocak 2013 Pazartesi
This is 40
This is 40 (Judd Apatow) 3,5
Apatow'un üç filmde ayrı ayrı anlatacağı konuları iki saate sıkıştırma çabası bir şeyleri anlatmak açısından ne kadar iştahlı olduğunun da kanıtı. Temelde orta yaş krizini anlatıyormuş gibi yapan Apatow, aile kurmanın ve idame ettirmenin zorluğundan bahsediyor. Ailenin neşesi olarak görülen çocukların psikopat deliler olarak tasvir edildiği film; teknoloji ve popüler dünya (iphone'lar, facebook'lar ve mad men vs. lost kapışması) üzerinden jenerasyon farkını, eski kafalı olmakla yeniye ayak uydurma arasındaki gerilimi, yaşlılıkla birlikte kendine bakma telaşını, aşkın bitmesiyle bocalama sürecini, akrabalar arası iletişimsizliği/ yüzeyselliği, ev geçindirmenin ekonomik boyutunu, olgunlaşmayı, kabullenmeyi vb. bir sürü şeyi şaşırtıcı şekilde başarıyla anlatıyor. Elbette sarkan, yersiz ve gereksiz sahneleri var filmin; ama Apatow'un kumaşı o kadar sağlam ki ortaya çok iyi bir film çıktığını söyleyebiliriz. Ayrıca kendisinin, ne aile kurumunu kutsallaştırması ne de onu dışlaması, ama onu tüm zorluğuyla kabul etmesi, bana müthiş donanımlı ve zekice geliyor. Kendisine hayran olmaya devam.
Apatow'un üç filmde ayrı ayrı anlatacağı konuları iki saate sıkıştırma çabası bir şeyleri anlatmak açısından ne kadar iştahlı olduğunun da kanıtı. Temelde orta yaş krizini anlatıyormuş gibi yapan Apatow, aile kurmanın ve idame ettirmenin zorluğundan bahsediyor. Ailenin neşesi olarak görülen çocukların psikopat deliler olarak tasvir edildiği film; teknoloji ve popüler dünya (iphone'lar, facebook'lar ve mad men vs. lost kapışması) üzerinden jenerasyon farkını, eski kafalı olmakla yeniye ayak uydurma arasındaki gerilimi, yaşlılıkla birlikte kendine bakma telaşını, aşkın bitmesiyle bocalama sürecini, akrabalar arası iletişimsizliği/ yüzeyselliği, ev geçindirmenin ekonomik boyutunu, olgunlaşmayı, kabullenmeyi vb. bir sürü şeyi şaşırtıcı şekilde başarıyla anlatıyor. Elbette sarkan, yersiz ve gereksiz sahneleri var filmin; ama Apatow'un kumaşı o kadar sağlam ki ortaya çok iyi bir film çıktığını söyleyebiliriz. Ayrıca kendisinin, ne aile kurumunu kutsallaştırması ne de onu dışlaması, ama onu tüm zorluğuyla kabul etmesi, bana müthiş donanımlı ve zekice geliyor. Kendisine hayran olmaya devam.
25 Ocak 2013 Cuma
The Cabin in the Woods
The Cabin in the Woods/ Dehşet Kapanı (Drew Goddard) 4,5
Goddard ve Whedon, sinemanın ABC'sine ne kadar hakim olduklarını ve bunu nadir görülen bir zekayla nasıl kendi dünyalarına uyarladıklarını bize göstermiş oldular. Ölmeye yazgılı karakterlerin birer kukla olması misali, onlar da bizzat Sinema'nın kendisini adeta parmaklarında oynatıyorlar. Teen Slasher janrını yapı sökümüne uğratmakla kalmayıp, onu bir de inşa ediyor, yetmezmiş gibi inşa ettiklerini de adeta keyiften dört köşe dinamitliyorlar. Sonuç: 'refresh' edilmiş değil 'reset' edilmiş bir sinema. Onlar genç kuşağın postmodern tanrıları olacak.
Goddard ve Whedon, sinemanın ABC'sine ne kadar hakim olduklarını ve bunu nadir görülen bir zekayla nasıl kendi dünyalarına uyarladıklarını bize göstermiş oldular. Ölmeye yazgılı karakterlerin birer kukla olması misali, onlar da bizzat Sinema'nın kendisini adeta parmaklarında oynatıyorlar. Teen Slasher janrını yapı sökümüne uğratmakla kalmayıp, onu bir de inşa ediyor, yetmezmiş gibi inşa ettiklerini de adeta keyiften dört köşe dinamitliyorlar. Sonuç: 'refresh' edilmiş değil 'reset' edilmiş bir sinema. Onlar genç kuşağın postmodern tanrıları olacak.
Let's Scare Jessica to Death
Let's Scare Jessica to Death (John D. Hancock) 4
Senaryosunun zayıflığına, izleyicisini amatörce ters köşeye yatırma telaşına, oyuncularının kötü performansına rağmen, yönetmenliğiyle kendine hayran bırakan bir film "Jessica". İç sesin enfes kullanımı, Zohra Lampert'in masum yüzüne yapılan zoom'lar, hep ayakta tutulan gerginlik ve çok başarılı müzikler... "Let's Scare Jessica to Death" keşfedilmesi gereken bir hazine.
Senaryosunun zayıflığına, izleyicisini amatörce ters köşeye yatırma telaşına, oyuncularının kötü performansına rağmen, yönetmenliğiyle kendine hayran bırakan bir film "Jessica". İç sesin enfes kullanımı, Zohra Lampert'in masum yüzüne yapılan zoom'lar, hep ayakta tutulan gerginlik ve çok başarılı müzikler... "Let's Scare Jessica to Death" keşfedilmesi gereken bir hazine.
12 Ocak 2013 Cumartesi
Magnolia
Magnolia/ Manolya (P. T. Anderson) 3
Sinemada iş kesişen hayatlara ve çoklu karakterlere gelince akan sular duruyor. Magnolia'nın bu kadar çok sevilmesinin başlıca nedeni buysa bir diğeri izleyicisini duygusal anlamda yakalayıp onu bir güzel sarstıktan ve hepsi 'sorunlu' karakterleriyle özdeşleştirdikten sonra onu evine arınmış ve mutlu göndermesi. Oysa, diyelim, akıllı çocuk Stanley'nin babası böyle davranmaya devam ederse gelecekte Donnie olacağını bilmeyenimiz var mı? Geçmişin peşimizi bırakmadığının; hepimizin ihanet, pişmanklık, yalnızlıkla birbirine bağlı olduğunun söylendiği bu dünya, tüm afra tafrasına, Anderson'ın yönetmenlikteki gösterisine rağmen, gerçeklikten uzak bir çocuksulukla sonlanıyor. Ayrıca: birbirimize bağlı olmasaydık tüm sorunlarımız yok mu olacaktı? Nedir bu 'bağlılık' düşkünlüğü çözemedim doğrusu.
Sinemada iş kesişen hayatlara ve çoklu karakterlere gelince akan sular duruyor. Magnolia'nın bu kadar çok sevilmesinin başlıca nedeni buysa bir diğeri izleyicisini duygusal anlamda yakalayıp onu bir güzel sarstıktan ve hepsi 'sorunlu' karakterleriyle özdeşleştirdikten sonra onu evine arınmış ve mutlu göndermesi. Oysa, diyelim, akıllı çocuk Stanley'nin babası böyle davranmaya devam ederse gelecekte Donnie olacağını bilmeyenimiz var mı? Geçmişin peşimizi bırakmadığının; hepimizin ihanet, pişmanklık, yalnızlıkla birbirine bağlı olduğunun söylendiği bu dünya, tüm afra tafrasına, Anderson'ın yönetmenlikteki gösterisine rağmen, gerçeklikten uzak bir çocuksulukla sonlanıyor. Ayrıca: birbirimize bağlı olmasaydık tüm sorunlarımız yok mu olacaktı? Nedir bu 'bağlılık' düşkünlüğü çözemedim doğrusu.
Ted
Ted/ Ayı Teddy (Seth MacFarlene) 2,5
Başlı başına esprilerine ve fikrine bakılsa filme hayran olmamak mümkün değil. Tematik açıdan da son derece sıkı bir öykü anlatmanız da olası. Fakat MacFarlene ve ekibi ne yapacaklarına karar veremedikleri için, tüm hınzırlığına ve özgünlüğüne rağmen, filmi çar çur etmede büyük başarı elde ediyorlar. Tüm hikayeyi Ted çağırınca ona karşı koyamayan John'a indirgemek, büyüme hikayesi anlatacağım derken garip bir uzun süreli ilişki ve aşk övgüsünde kaybolmak, filmi derinleştiremeyince son bölümde aksiyona abanmak; Ted'in nasıl göz göre göre harcanan bir proje olduğunu göstermek için yeterli. İş sinema olunca MacFarlene'in biraz daha çalışması lazım herhalde.
Başlı başına esprilerine ve fikrine bakılsa filme hayran olmamak mümkün değil. Tematik açıdan da son derece sıkı bir öykü anlatmanız da olası. Fakat MacFarlene ve ekibi ne yapacaklarına karar veremedikleri için, tüm hınzırlığına ve özgünlüğüne rağmen, filmi çar çur etmede büyük başarı elde ediyorlar. Tüm hikayeyi Ted çağırınca ona karşı koyamayan John'a indirgemek, büyüme hikayesi anlatacağım derken garip bir uzun süreli ilişki ve aşk övgüsünde kaybolmak, filmi derinleştiremeyince son bölümde aksiyona abanmak; Ted'in nasıl göz göre göre harcanan bir proje olduğunu göstermek için yeterli. İş sinema olunca MacFarlene'in biraz daha çalışması lazım herhalde.
Moonrise Kingdom
Moonrise Kingdom (Wes Anderson) 4,5
Wes Anderson'ın en beğendiğim özelliği akıl almaz bir mizah anlayışının olması. Böylesine kendine has bir üslupla, böylesine sıradanmışçasına ve mütevazi bir mizah ben henüz görmedim açıkçası. Diğer filmlerinde olduğu gibi bu film de tıpkı Suzy'nin okuduğu romanlara benziyor: bir taraftan ölen köpeği, aldatan insanları, dışlanmış çocukları, etrafı sel basan mekanlarıyla hayli acımasız ve gerçekçi bir dünya; ama bir taraftan da Suzy ile Sam'in yarattığı, bu gerçeklikten uzak, enfes görüntülerin, müziklerin, doğallığın ve aşkın olduğu alternatif bir dünya, bir 'krallık'... Şaşırtıcı olan Anderson'ın bırakın kötüyü, vasat bir film bile çekmemiş olması (Ayrıca hayatımda en sevdiğim oyuncular Bill Murray ile Bruce Willis bu filmde! Rüya gibi).
Wes Anderson'ın en beğendiğim özelliği akıl almaz bir mizah anlayışının olması. Böylesine kendine has bir üslupla, böylesine sıradanmışçasına ve mütevazi bir mizah ben henüz görmedim açıkçası. Diğer filmlerinde olduğu gibi bu film de tıpkı Suzy'nin okuduğu romanlara benziyor: bir taraftan ölen köpeği, aldatan insanları, dışlanmış çocukları, etrafı sel basan mekanlarıyla hayli acımasız ve gerçekçi bir dünya; ama bir taraftan da Suzy ile Sam'in yarattığı, bu gerçeklikten uzak, enfes görüntülerin, müziklerin, doğallığın ve aşkın olduğu alternatif bir dünya, bir 'krallık'... Şaşırtıcı olan Anderson'ın bırakın kötüyü, vasat bir film bile çekmemiş olması (Ayrıca hayatımda en sevdiğim oyuncular Bill Murray ile Bruce Willis bu filmde! Rüya gibi).
4 Ocak 2013 Cuma
Stranger Than Fiction
Stranger Than Fiction/ Lütfen Beni Öldürme (Marc Forster) 4
Filmin şaşırtıcı şekilde, her seferinde kendini aşarak katlanan bir boyutu var. Bir yazarın yazdığı romanda, kurgusal bir karakter olduğunu öğrenen kahramanın, kurgu alanının içinde bununla savaşacağını düşünüyorsunuz ama kurgusal olan gerçekle karşı karşıya geliyor! Böylece kendimizi neyin kurgu neyin gerçek olduğunu sorgularken buluyoruz. Bir taraftan da kurgusal da olsa ölecek olan karakterin yazarına bağlı olması gibi, biz de bizi yazan bir Yazar'a bağlı mıyız? Ölümle yüzleşip onu kabullenen kahramanla, mükemmel bir roman yazacağına sadece iyi bir roman yazmayı makul bulan ve karakterine kıyamayıp mutlu son yazmayı göze alan yazar'dan çıkarılacak çok ders olduğu kesin. Ne zamandır 'mutlu son'un bu kadar orjinal olduğu bir film de görmemiştik. İyi oldu valla.
Filmin şaşırtıcı şekilde, her seferinde kendini aşarak katlanan bir boyutu var. Bir yazarın yazdığı romanda, kurgusal bir karakter olduğunu öğrenen kahramanın, kurgu alanının içinde bununla savaşacağını düşünüyorsunuz ama kurgusal olan gerçekle karşı karşıya geliyor! Böylece kendimizi neyin kurgu neyin gerçek olduğunu sorgularken buluyoruz. Bir taraftan da kurgusal da olsa ölecek olan karakterin yazarına bağlı olması gibi, biz de bizi yazan bir Yazar'a bağlı mıyız? Ölümle yüzleşip onu kabullenen kahramanla, mükemmel bir roman yazacağına sadece iyi bir roman yazmayı makul bulan ve karakterine kıyamayıp mutlu son yazmayı göze alan yazar'dan çıkarılacak çok ders olduğu kesin. Ne zamandır 'mutlu son'un bu kadar orjinal olduğu bir film de görmemiştik. İyi oldu valla.
The Machinist
The Machinist (Brad Anderson) 3
Sürpriz sonlu filmlerin bizi bizden almasının nedeni, bize o meşhur süpriz finali sezdirmemelerinden kaynaklanır. İzleyicinin derdi finalin ne olduğunu bilip bilmemek olursa, o zaman film finalle ilgili paçayı kaptırmış demektir. Makinist'in sorunu da bize en başından "tüm cevaplar finalde" demiş olması... Neyin ne olduğunu bilme ve tahmin etme şansımız yok, evet, ister istemez parçaları birleştirmeye çalışıyoruz ama bir taraftan da filmin bize "uğraşma, finali bekle" dediğini de hissediyoruz. Ayrıca böyle durumlarda şüpheleneceğimiz ilk kişi uykusuz ve hasta karakterin bizzat kendisiyken, filmin çocuksu bir beceriksizlikle bu odağı dağıtmaya çalışması sadece suratımızda bir gülümsemeye neden oluyor. Ama Anderson'un yarattığı atmosfer az buz bir şey değil, onu da söylemek lazım.
Sürpriz sonlu filmlerin bizi bizden almasının nedeni, bize o meşhur süpriz finali sezdirmemelerinden kaynaklanır. İzleyicinin derdi finalin ne olduğunu bilip bilmemek olursa, o zaman film finalle ilgili paçayı kaptırmış demektir. Makinist'in sorunu da bize en başından "tüm cevaplar finalde" demiş olması... Neyin ne olduğunu bilme ve tahmin etme şansımız yok, evet, ister istemez parçaları birleştirmeye çalışıyoruz ama bir taraftan da filmin bize "uğraşma, finali bekle" dediğini de hissediyoruz. Ayrıca böyle durumlarda şüpheleneceğimiz ilk kişi uykusuz ve hasta karakterin bizzat kendisiyken, filmin çocuksu bir beceriksizlikle bu odağı dağıtmaya çalışması sadece suratımızda bir gülümsemeye neden oluyor. Ama Anderson'un yarattığı atmosfer az buz bir şey değil, onu da söylemek lazım.
Yeraltı
Yeraltı (Zeki Demirkubuz) 4,5
Demirkubuz, kariyeri boyunca dertlerini hiç değiştirmeden ve onları yeni filmlerinde de yeni karakterlerine aşılayarak, sürekli anlatıp durdu. Camus ve Dostoyevski'nin dertlerinden mustarip bu karakterler hep alt/ orta sınıftan seçildi ve iyi film yapmasına rağmen Demirkubuz kendi klişelerini yarattığı bir 'varoluşçu dünya'ya sıkışıp kaldı. 'Kıskanmak' bu döngüyü yok etmek için atılmış iyi bir adımdı, ama olmadı. Şimdi 'Yeraltı'yla turna gözünden vurulmuş durumda. Karşımızda; hele son 45 dakikasıyla adeta kendi sinemasına 'reset' atan, stilistik anlamda zirveye oynayan, David Lynch'e "aferin" dedirtecek bir film var. Yönetenlik açısından; Nuri Bilge Ceylan'ın 'Bir Zamanlar Anadolu'da'da geldiği nokta neyse, Demirkubuz'un 'Yeraltı' ile geldiği nokta da o.
Demirkubuz, kariyeri boyunca dertlerini hiç değiştirmeden ve onları yeni filmlerinde de yeni karakterlerine aşılayarak, sürekli anlatıp durdu. Camus ve Dostoyevski'nin dertlerinden mustarip bu karakterler hep alt/ orta sınıftan seçildi ve iyi film yapmasına rağmen Demirkubuz kendi klişelerini yarattığı bir 'varoluşçu dünya'ya sıkışıp kaldı. 'Kıskanmak' bu döngüyü yok etmek için atılmış iyi bir adımdı, ama olmadı. Şimdi 'Yeraltı'yla turna gözünden vurulmuş durumda. Karşımızda; hele son 45 dakikasıyla adeta kendi sinemasına 'reset' atan, stilistik anlamda zirveye oynayan, David Lynch'e "aferin" dedirtecek bir film var. Yönetenlik açısından; Nuri Bilge Ceylan'ın 'Bir Zamanlar Anadolu'da'da geldiği nokta neyse, Demirkubuz'un 'Yeraltı' ile geldiği nokta da o.
The Children of Men
The Children of Men/ Son Umut (Alfonso Cuaron) 4,5
Film disütopik bir gelecekte, 2027 yılında geçmesine rağmen adeta bugünde geçer. Filmin en şaşalı oyuncuları, biri başında biri ortasında ve baş rol sonda olmak üzere patır patır ölüverir. Filmin tüm omurgası olan baş karakter film boyunca ayakkabı bulamaz, savaşın ortasında sandaletle dolaşır. İnanılmaz bir gerçekçilik, inanılmaz bir atmosfer yaratmayı başarır Cuaron. Filmi de zaten, onca hengameye rağmen, olduğu gibi, olması gerektiği gibi, düşündüğümüz gibi biter. Açık söylemek gerekirse Cuaron'un performansı filmin önüne geçmiştir ve filmin kendisinden bile daha iyidir.
Film disütopik bir gelecekte, 2027 yılında geçmesine rağmen adeta bugünde geçer. Filmin en şaşalı oyuncuları, biri başında biri ortasında ve baş rol sonda olmak üzere patır patır ölüverir. Filmin tüm omurgası olan baş karakter film boyunca ayakkabı bulamaz, savaşın ortasında sandaletle dolaşır. İnanılmaz bir gerçekçilik, inanılmaz bir atmosfer yaratmayı başarır Cuaron. Filmi de zaten, onca hengameye rağmen, olduğu gibi, olması gerektiği gibi, düşündüğümüz gibi biter. Açık söylemek gerekirse Cuaron'un performansı filmin önüne geçmiştir ve filmin kendisinden bile daha iyidir.
The Sheltering Sky
The Sheltering Sky/ Çölde Çay (Bernardo Bertolucci) 2,5
Paul Bowles'ın filmde görünüp görünüp kendi kitabından alıntılar söylemesinden filmin ne kadar 'başarılı' olduğunu tahmin etmişsinizdir. İlişkileri bitmiş ama aşkları bitmemiş, birbirlerini aldatmalarına rağmen aynı zamanda sevmeye devam eden çiftin, ruh hallerine denk düşecek şekilde doğunun kaotik, bulanık, egzotik, sıcak dünyasında, kendilerini bulacaklarına kaybettikleri bir aşk'sızlık ve yol'suzluk filmi. Belli ki doğunun bu büyüleyici atmosferinden, müziklerinden çok etkilenmiş Bertolucci, ama en büyük sorunu da 'çok' etkilenmesi zaten. Filmi, yerinden kopup kendi kendine ilerleyen bir teker gibi alıp başını gidiyor. Bertolucci suratına biraz soğuk 'batı' çarpıp kendine gelse fena olmazmış.
Paul Bowles'ın filmde görünüp görünüp kendi kitabından alıntılar söylemesinden filmin ne kadar 'başarılı' olduğunu tahmin etmişsinizdir. İlişkileri bitmiş ama aşkları bitmemiş, birbirlerini aldatmalarına rağmen aynı zamanda sevmeye devam eden çiftin, ruh hallerine denk düşecek şekilde doğunun kaotik, bulanık, egzotik, sıcak dünyasında, kendilerini bulacaklarına kaybettikleri bir aşk'sızlık ve yol'suzluk filmi. Belli ki doğunun bu büyüleyici atmosferinden, müziklerinden çok etkilenmiş Bertolucci, ama en büyük sorunu da 'çok' etkilenmesi zaten. Filmi, yerinden kopup kendi kendine ilerleyen bir teker gibi alıp başını gidiyor. Bertolucci suratına biraz soğuk 'batı' çarpıp kendine gelse fena olmazmış.
Cashback
Cashback/ Zamana Güzellik Kat (Sean Ellis) 2,5
Cashback, bir kez daha, sevgilisinden ayrılan esas oğlanın onu bir güzel unutup taptaze bir ilişkiye başlamasını konu edinen; naif, tatlı, çocuksu ve sıfatların peşi sıra çağrıştırdığı üzere biraz da aptalca bir film. Marketteki karakterler bir çizgi filmden çıkmışçasına absürtler örneğin. Filmin ortasında bir halı saha maçı var, niye konulduğunu anlayan beri gelsin. Peki finaldeki şelaleyi andıran, volkanik bir dağ gibi patlayan inanılmaz katarsisli, 'aşırı mutlu' son? Sean Ellis'in, sevgilisinden ayrıldıktan iki gün sonra yatağında kurduğu tüm hayalleri 'dur lan, bunları bir filmde anlatayım' dediğini düşününce, tüm taşlar yerine oturuyor.
Cashback, bir kez daha, sevgilisinden ayrılan esas oğlanın onu bir güzel unutup taptaze bir ilişkiye başlamasını konu edinen; naif, tatlı, çocuksu ve sıfatların peşi sıra çağrıştırdığı üzere biraz da aptalca bir film. Marketteki karakterler bir çizgi filmden çıkmışçasına absürtler örneğin. Filmin ortasında bir halı saha maçı var, niye konulduğunu anlayan beri gelsin. Peki finaldeki şelaleyi andıran, volkanik bir dağ gibi patlayan inanılmaz katarsisli, 'aşırı mutlu' son? Sean Ellis'in, sevgilisinden ayrıldıktan iki gün sonra yatağında kurduğu tüm hayalleri 'dur lan, bunları bir filmde anlatayım' dediğini düşününce, tüm taşlar yerine oturuyor.