Heavenly Creatures (Peter Jackson) 4
Peter Jackson birbirlerini çılgınca seven ve amaçları uğruna cinayet işlemeyi göze alan iki kızın hikâyesini anlatırken izleyicisinin üzerine bir sinema şöleni fırlatıp kaçıyor sanki. Bir ara “bu korkunç cinayeti işleyen kızları anlamak mümkün” dermiş gibi yapıyor. Çünkü kızların ilişkisinin sağlıklı bir yere gitmeyeceğini anlayan çevrenin bu arayışlarını öfkeyle karşılıyoruz (tam da bu arayışlar yüzünden kızların cinayete evrilmesi ise konunun paradoksa çıkmasına neden oluyor). Oysa onların kendi aralarında yarattığı inanılmaz dünyanın tasviri ilgilendiriyor Jackson’ı ve bu tasvir o kadar başarıyla yapılıyor ki, Jackson’ın bizzat taraf tutmaktansa ‘gerçeği resmetme’ (Türkçe ’deki, durumu müthiş özetleyen bir kelime) derdinde olduğunu anlıyoruz. Oyuncularının performansı olmaksızın hiçbir halta yaramayacak filmin iki genç oyuncusu Melanie Lynskey ve Kate Winslet çok iyiler, ama Lynskey, Winslet’a adeta tur bindiriyor.
Film eleştirilerinin bulunduğu bir blog'tur. Her filmin yanında 5 üzerinden yıldız vardır.
4 Mart 2013 Pazartesi
Anatomy of Hell
Anatomy of Hell/Cehennemin Anatomisi (Catherine Breillat) 1
Catherine Breillat’nın kadın erkek ilişkileri ve bizzat kadın üzerine söyleyeceği çok şeyi var, belli. Hatta o kadar çok ki söyleyecekleri, dediklerini birbirine karıştırıyor, ne dediğini unutuyor, bazen dediklerini çok da umursamıyor, sadece konuşuyor… Bunlar insanın kendiyle konuşması gibi, derdini kendi kendine anlatması gibi cereyan ediyor Breillat’nın filmlerinde. ‘Anatomy of Hell’ bu anlardan bolca barındırıyor. Hayatın anlamsızlığı, kadın bedeni, sahip olma, iktidar gibi temaların bir görünüp bir kaybolduğu filmin en kötü özelliği film olamaması. Breillat’nın bu yaptığına kısaca ‘fikir saçılması’, hadi onun sevdiği dilden söyleyelim, bir ‘fikir boşalması’ diyebiliriz. Elimizde sinema namına hiçbir şey bulunmuyor oluşunu takmasak da ‘lecture’ şeklinde sayıklanan fikirlerin bir orijinalliği de bulunmuyor. “O zaman Breillat ne yapıyor?” diye soracak olursanız aslında “kadınlık yapıyor”. Belki amacı da budur.
Away We Go
Away We Go/Uzaklara Gidelim (Sam Mendes) 2
Bu filmin, Sam Mendes’in realist filmlerinin yanında daha naif ve iyimser kaldığı üzerine yorumlar okudum ve elbette bu yorumlara katılmıyorum. İçinde biraz şaka ve ironi olunca hayatın gerçekliği azalmıyor. Sanki Mendes realist bir filmin gerçeği anlatmada yetersiz kaldığını hissetmişçesine, daha realist bir filmin kara mizahtan geçtiğinin farkına varmış gibi. Fakat çiftin kendi akranlarından başlayarak insanların ve hayatın absürtlüğü ve anlamsızlığı üzerine bir ağıta dönüşen ‘Away We Go’, tüm bu “absürt hayattan nasıl kaçılır?” hikayesini “bu dünyaya çocuk getirmem” seviyesine indirgeyerek entelektüel donanımını da deşifre etmiş oluyor. Belki inanmayacaksınız ama ‘Revolutionary Road’un seviyesi de buydu zaten.
Bu filmin, Sam Mendes’in realist filmlerinin yanında daha naif ve iyimser kaldığı üzerine yorumlar okudum ve elbette bu yorumlara katılmıyorum. İçinde biraz şaka ve ironi olunca hayatın gerçekliği azalmıyor. Sanki Mendes realist bir filmin gerçeği anlatmada yetersiz kaldığını hissetmişçesine, daha realist bir filmin kara mizahtan geçtiğinin farkına varmış gibi. Fakat çiftin kendi akranlarından başlayarak insanların ve hayatın absürtlüğü ve anlamsızlığı üzerine bir ağıta dönüşen ‘Away We Go’, tüm bu “absürt hayattan nasıl kaçılır?” hikayesini “bu dünyaya çocuk getirmem” seviyesine indirgeyerek entelektüel donanımını da deşifre etmiş oluyor. Belki inanmayacaksınız ama ‘Revolutionary Road’un seviyesi de buydu zaten.
Rachel Getting Married
Rachel Getting Married (Jonathan Demme) 4,5
Jenny Lumet’in senaryosu inanılmaz. Bağımlı genç bir kızın ve çocuklarını bir kaza sonucu yitirmiş bir ailenin (anne baba ayrılmış) hikâyesini Lumet, bu ana temalar üzerine kurmuyor; daha doğrusu hikâyeyi Rachel’ın evlenmesi üzerine inşa ederek, bu merkezin çevresine istediği gibi ve abartıya kaçmadan temaları serpiştiriyor. Bu kadar dramatik ve istismara teşne bir olay örgüsünü Jonathan Demme’nin aktüel kamera tercihi normalize ediyor, sıradanlaştırıyor ve bir bakıma izlediklerimiz sıradanlaştığı ölçüde daha da etkileyici hale geliyor. Oyunculukların ve mizansenin müthiş olduğu film bir senarist-yönetmen şovu adeta…
Jenny Lumet’in senaryosu inanılmaz. Bağımlı genç bir kızın ve çocuklarını bir kaza sonucu yitirmiş bir ailenin (anne baba ayrılmış) hikâyesini Lumet, bu ana temalar üzerine kurmuyor; daha doğrusu hikâyeyi Rachel’ın evlenmesi üzerine inşa ederek, bu merkezin çevresine istediği gibi ve abartıya kaçmadan temaları serpiştiriyor. Bu kadar dramatik ve istismara teşne bir olay örgüsünü Jonathan Demme’nin aktüel kamera tercihi normalize ediyor, sıradanlaştırıyor ve bir bakıma izlediklerimiz sıradanlaştığı ölçüde daha da etkileyici hale geliyor. Oyunculukların ve mizansenin müthiş olduğu film bir senarist-yönetmen şovu adeta…
Saint Ange
Saint Ange/Kutsal Bakire (Pascal Laugier) 2,5
‘Martyrs’ ve ‘Tall Man’ gibi başarılı iki filme imza atmış Laugier’in ilk filmini izlemek güzel bir deneyimdi. Filmin yönetmenin takıntılarını aynen yansıttığını görünce ister istemez sevinmeden edemedim. ‘Saint Ange’a bakınca Laugier’in kendini geliştirdiği bir gerçek. Örneğin ‘görünenin arkasındaki gerçek’ teması bu filmde de olmasına rağmen Laugier ‘twist’ anını geciktiriyor ve izleyicinin genel uyarılmışlık hali sona erdiği için final şaşırtıcı olmaktan çıkıyor. İzleyici, herhangi bir ‘perili ev’ filmi izlemediğini bilmiyor, ama yönetmen tarafından bilgilendirilmiyor da. Elde yaya yaya anlatılacak bir olay örgüsü bulunmayınca da hikâye enine gelişiyor ve sıkıcılaşıyor. Fakat her şeye rağmen Laugier izlemek çok büyük bir zevk.
‘Martyrs’ ve ‘Tall Man’ gibi başarılı iki filme imza atmış Laugier’in ilk filmini izlemek güzel bir deneyimdi. Filmin yönetmenin takıntılarını aynen yansıttığını görünce ister istemez sevinmeden edemedim. ‘Saint Ange’a bakınca Laugier’in kendini geliştirdiği bir gerçek. Örneğin ‘görünenin arkasındaki gerçek’ teması bu filmde de olmasına rağmen Laugier ‘twist’ anını geciktiriyor ve izleyicinin genel uyarılmışlık hali sona erdiği için final şaşırtıcı olmaktan çıkıyor. İzleyici, herhangi bir ‘perili ev’ filmi izlemediğini bilmiyor, ama yönetmen tarafından bilgilendirilmiyor da. Elde yaya yaya anlatılacak bir olay örgüsü bulunmayınca da hikâye enine gelişiyor ve sıkıcılaşıyor. Fakat her şeye rağmen Laugier izlemek çok büyük bir zevk.
A Nightmare on Elm Street
A Nightmare on Elm Street/Elm Sokağı'nda Kabus (Wes Craven) 2,5
Wes Craven’ın olayı basit: kâbuslarınız gerçek oluyor. Mantığını da basit bir yere bağlamış: zamanında yakılarak öldürülmüş çocuk tacizcisi bir katil intikam için geri dönüyor. Gerisi tam bir görsel şov... Havada uçuşan ve tavanda sürünerek ölen genç bir kızı ağzımız açık izliyoruz örneğin. Esneyen duvarlar, ahizeden çıkan diller, küvetten çıkan eller filan, Craven’ın elindeki malzemeyi maksimum derecede iyi kullandığının kanıtı. Filmin bu kadar kült olması da bundan... Fakat her şeye rağmen finalde film duvara tosluyor ve bütünlükten son derece yoksun, amatörce debelenen son yarım saate mahkûm hale geliyoruz. Buradan şunu çıkarmamız mümkün: bu usta korku isimlerinin ‘korku sahneleri’ bazında hiçbir sorunları yok, ama tüm hikâyeyi bir film adına bütünlüğe ulaştırmada sorunları var. Onlara kalsa sadece cinayet sahneleri çekip huzura erecekler. Bu açıdan bakınca, ‘Elm Street’, ‘Suspiria’, ‘Friday the 13th’ ve ‘Halloween’ gibi en baba kültlerin en iyisinin tartışmasız ‘Halloween’ olduğunu söyleyebiliriz. En kötüsünün ‘Elm Street’ olduğu da çok açık.
Wes Craven’ın olayı basit: kâbuslarınız gerçek oluyor. Mantığını da basit bir yere bağlamış: zamanında yakılarak öldürülmüş çocuk tacizcisi bir katil intikam için geri dönüyor. Gerisi tam bir görsel şov... Havada uçuşan ve tavanda sürünerek ölen genç bir kızı ağzımız açık izliyoruz örneğin. Esneyen duvarlar, ahizeden çıkan diller, küvetten çıkan eller filan, Craven’ın elindeki malzemeyi maksimum derecede iyi kullandığının kanıtı. Filmin bu kadar kült olması da bundan... Fakat her şeye rağmen finalde film duvara tosluyor ve bütünlükten son derece yoksun, amatörce debelenen son yarım saate mahkûm hale geliyoruz. Buradan şunu çıkarmamız mümkün: bu usta korku isimlerinin ‘korku sahneleri’ bazında hiçbir sorunları yok, ama tüm hikâyeyi bir film adına bütünlüğe ulaştırmada sorunları var. Onlara kalsa sadece cinayet sahneleri çekip huzura erecekler. Bu açıdan bakınca, ‘Elm Street’, ‘Suspiria’, ‘Friday the 13th’ ve ‘Halloween’ gibi en baba kültlerin en iyisinin tartışmasız ‘Halloween’ olduğunu söyleyebiliriz. En kötüsünün ‘Elm Street’ olduğu da çok açık.
Killer Joe
Killer Joe/ Katil Joe (William Fredkin) 3,5
Film kısaca şunu söylüyor olabilir mi: “böyle aileler de var!” Herhangi bir kara filmin aksine ‘Killer Joe’ biraz daha seviyeyi arttırıyor o kadar. Yine işler ters gidiyor, yine birileri sebepsiz yere ölüyor filan ama bu sefer Fredkin’in çabasıyla hayat ve gerçeklik denilen kavramlara daha yakın hissediyoruz kendimizi. Buradaki temel mantık ise şaşırma şansı kalmamış izleyiciyi mümkün olduğunca şaşırtmak. Film boyunca hiç görülmeyen annenin birden araba bagajında cesedini görmekten, 12 yaşında bir kızla gözümüzün önünde (alenen) sevişen bir katile kadar değişiyor bu şaşırtma oyunları. Otoriter şiddet, itaat ve aile kurumu üzerine bir sürü anlamlı mesajı olan filmin zayıf yönüyse ‘Bug’ınkiyle aynı: vermeye çalıştığı mesajın altında ezilmek!
Film kısaca şunu söylüyor olabilir mi: “böyle aileler de var!” Herhangi bir kara filmin aksine ‘Killer Joe’ biraz daha seviyeyi arttırıyor o kadar. Yine işler ters gidiyor, yine birileri sebepsiz yere ölüyor filan ama bu sefer Fredkin’in çabasıyla hayat ve gerçeklik denilen kavramlara daha yakın hissediyoruz kendimizi. Buradaki temel mantık ise şaşırma şansı kalmamış izleyiciyi mümkün olduğunca şaşırtmak. Film boyunca hiç görülmeyen annenin birden araba bagajında cesedini görmekten, 12 yaşında bir kızla gözümüzün önünde (alenen) sevişen bir katile kadar değişiyor bu şaşırtma oyunları. Otoriter şiddet, itaat ve aile kurumu üzerine bir sürü anlamlı mesajı olan filmin zayıf yönüyse ‘Bug’ınkiyle aynı: vermeye çalıştığı mesajın altında ezilmek!
Tucker and Dale vs. Evil
Tucker and Dale vs. Evil (Eli Craig) 2,5
‘Ted’ hakkında yaptığım yorum bu film için de geçerli: muhteşem bir proje göz göre göre harcanmış. Başlarda, belki ilk 15 dakikada yeltendiği şeyi eli yüzü düzgün şekilde başarsa, film kendi alanının en iyilerinden biri rahatlıkla olabilirdi aslında. Fakat her zaman söylediğimiz “kendinizi bu kadar ciddiye almayın” yorumu, burada kendini şöyle gösteriyor: “ama biraz da kendinizi ciddiye alın.” Kendi içinde tutarlı bir absürtlüğün örneğin ‘Braindead’te ne kadar başarılı kullandığını hatırlayın. Craig’in burada kurduğu ‘inandırıcılıktan’ uzak dünya (önlemini aldığı bazı sahnelere rağmen) izleyicinin filme yabancılaşmasını sağlıyor. Filmin temelini kurduğu anlamlı mesaj ise maalesef havada kalıyor.
‘Ted’ hakkında yaptığım yorum bu film için de geçerli: muhteşem bir proje göz göre göre harcanmış. Başlarda, belki ilk 15 dakikada yeltendiği şeyi eli yüzü düzgün şekilde başarsa, film kendi alanının en iyilerinden biri rahatlıkla olabilirdi aslında. Fakat her zaman söylediğimiz “kendinizi bu kadar ciddiye almayın” yorumu, burada kendini şöyle gösteriyor: “ama biraz da kendinizi ciddiye alın.” Kendi içinde tutarlı bir absürtlüğün örneğin ‘Braindead’te ne kadar başarılı kullandığını hatırlayın. Craig’in burada kurduğu ‘inandırıcılıktan’ uzak dünya (önlemini aldığı bazı sahnelere rağmen) izleyicinin filme yabancılaşmasını sağlıyor. Filmin temelini kurduğu anlamlı mesaj ise maalesef havada kalıyor.
Friday the 13th
Friday the 13th/ 13. Cuma (Sean S. Cunningham) 3,5
Bir kere film, gençlerin öleceklerini bilen izleyiciye şaşılası feykler atarak muazzam bir iş çıkarıyor. Örneğin ilk cinayeti bize hiç göstermiyor, “ne oldu bu çocuğa?” diye düşünürken, inanılmaz bir kaydırmayla ilk cesetle karşılaştığımız an nefes kesici. Gerilimin ayakta tutulması, cinayet sahnelerinin orijinalliği, Psycho’yu andıran şizofren katil numarası ve finalin yeterince doyurucu olması ‘Friday the 13th’ün neden kült haline geldiğini çok iyi açıklıyor. Tek ve en büyük sorun, Cunningham’ın katil görünmeden kurduğu atmosferin, katil göründükten sonra erimesi, hatta bizzat yok olması. Esas kızın katilden kaçtığı sahnelerin tamamı filmi baş aşağı ettiği için tüm hevesimiz kaçıyor ama olsun. Anne yüreği sonuçta...
Bir kere film, gençlerin öleceklerini bilen izleyiciye şaşılası feykler atarak muazzam bir iş çıkarıyor. Örneğin ilk cinayeti bize hiç göstermiyor, “ne oldu bu çocuğa?” diye düşünürken, inanılmaz bir kaydırmayla ilk cesetle karşılaştığımız an nefes kesici. Gerilimin ayakta tutulması, cinayet sahnelerinin orijinalliği, Psycho’yu andıran şizofren katil numarası ve finalin yeterince doyurucu olması ‘Friday the 13th’ün neden kült haline geldiğini çok iyi açıklıyor. Tek ve en büyük sorun, Cunningham’ın katil görünmeden kurduğu atmosferin, katil göründükten sonra erimesi, hatta bizzat yok olması. Esas kızın katilden kaçtığı sahnelerin tamamı filmi baş aşağı ettiği için tüm hevesimiz kaçıyor ama olsun. Anne yüreği sonuçta...
Triangle
Triangle (Christopher Smith) 4
Bir kere filmin mantık hatalarını dışarda bırakarak söze başlayalım: Çocuğunu kaybetmiş bir annenin, üstelik kötü bir anne olduğunu düşünen bir annenin Ölüm’le sorununu halledememesi üzerine bir film ‘Triangle’. Tüm aksiyon/gerilim numaralarının, kafa karıştırıcı oyunlarının altında bu gerçek yatıyor. Dolayısıyla hem filmden janr olarak, hem de tematik açıdan memnun kalmanız gayet mümkün. Smith’in sürekli tekrarlanan bir dünyayı anlatmadaki başarısıysa, senaryo ve yönetmenlik açısından da bu projeye ne kadar gönül verdiğinin kanıtı aslında. Sisifos’un; bir kayayı taşırken onu elinden kaçırıp düşüren aptal bir karakter olduğunu düşünen bazı gençler, aslında mitolojinin ne anlattığını bu filmle anlayabilirler.
Bir kere filmin mantık hatalarını dışarda bırakarak söze başlayalım: Çocuğunu kaybetmiş bir annenin, üstelik kötü bir anne olduğunu düşünen bir annenin Ölüm’le sorununu halledememesi üzerine bir film ‘Triangle’. Tüm aksiyon/gerilim numaralarının, kafa karıştırıcı oyunlarının altında bu gerçek yatıyor. Dolayısıyla hem filmden janr olarak, hem de tematik açıdan memnun kalmanız gayet mümkün. Smith’in sürekli tekrarlanan bir dünyayı anlatmadaki başarısıysa, senaryo ve yönetmenlik açısından da bu projeye ne kadar gönül verdiğinin kanıtı aslında. Sisifos’un; bir kayayı taşırken onu elinden kaçırıp düşüren aptal bir karakter olduğunu düşünen bazı gençler, aslında mitolojinin ne anlattığını bu filmle anlayabilirler.
Lincoln
Lincoln (Steven Spielberg) 3,5
Amerikan Tarihi değil dünya tarihine damgasını vurmuş bu kadar önemli bir figürün bu kadar alt perdeden anlatmayı tercih eden; yapılması çok büyük imkân dâhilinde olmasına rağmen efsaneliştirme veya mitleştirmeden bir gram bile nasiplenmeyi reddeden, müthiş olgun bir film var karşımızda. Ama belki de tam da bu yüzden Spielberg birçok filminin aksine burada o ‘Spielberg Anları’ndan yakalayamıyor ve sanki Kushner’in senaryosu da bunun olmasını engelliyor.
Amerikan Tarihi değil dünya tarihine damgasını vurmuş bu kadar önemli bir figürün bu kadar alt perdeden anlatmayı tercih eden; yapılması çok büyük imkân dâhilinde olmasına rağmen efsaneliştirme veya mitleştirmeden bir gram bile nasiplenmeyi reddeden, müthiş olgun bir film var karşımızda. Ama belki de tam da bu yüzden Spielberg birçok filminin aksine burada o ‘Spielberg Anları’ndan yakalayamıyor ve sanki Kushner’in senaryosu da bunun olmasını engelliyor.