28 Eylül 2012 Cuma

the wrestler

The Wrestler (Darren Aronofsky)= 4

Wrestler, bir zamanların en ünlü güreşçilerinden birinin parlak yıllarını değil, dibe vurduğu zaman dilimini anlatmayı tercih ediyor. Karavanda yaşayan, üç kuruşa hala güreş yapan ve markette çalışan, yaşlı, mutsuz, yıllar önce ilgilenmediği kızıyla barışmayı isteyen ve tek yakın arkadaşı bir striptizci olan Ram; ölüm kendisini şöyle bir yoklayınca hayata tutunmak için ‘yürekten’ bir hamle yapıyor. Bu hamlenin başarısız olması Ram’in doğduğu yere geri dönmesine neden oluyor. Bir Rüya için Ağıt’ın tüm karakterleri kendi sonlarını acımasızca hazırlarken, Black Swan’ın Nina’sı sonunu 'isteyerek’ hazırlıyor ve ölüme zevkle gidiyordu. Ram ile Nina’nın sonları birbirine benziyor. Ram’in tek farkı, evinde, doğduğu yerde ölüme gitmesi. Dolayısıyla bu üçü arasında en hüzünlü hikaye Ram’e ait. Aranofsky ise şüphesiz kendi kuşağının en iyi yönetmenlerinden biri.

the shining

The Shining (Stanley Kubrick)= 3

Yine köyün delisi olmaya soyunup, Shining’i ahım şahım beğenmeyen tek insan olma yolunda ilk adımımı atıyorum. Örneğin Kubrick neden bu kadar çok müzik kullanma gereği duyuyor? Ne zaman korkutmaya zemin hazırlasa, daha biz bir başımıza gerim gerim gerilmeden hemen tın tın tın müziğini niye bu kadar hevesle, ısrarla, tüm film boyunca koyuyor, gerçekten anlayamıyorum. Jack’in yazarlığına zerre bulaşmadan, deliliğe geçişinin aniden ve inandırıcılıktan uzak yapılması, yine Jack’in geçmişinin ve ailesiyle ilişkisinin nerdeyse hiç anlatılmaması; filmin daha başında Jack'ten önceki görevlinin çocuklarını, karısını ve kendisini öldürmesinin deklare edilmesi, en başından bir "oldu da bitti" havası yaratıyor maalesef. Benim en büyük meselem, Kubrick'in kafasındaki korku filmi tekniğine hiç ısınamamış olmam. Belki çok iyi bir film, ama çok iyi bir korku filmi değil.

bornova bornova

Bornova Bornova (İnan Temelkuran)= 3,5 

Bornova Bornova’nın başarısı, Türkiye gerçeği denilen şeyi en mikro düzeyde, bir duvar önü ve üç oyuncuyla anlatmayı başarması. İşsizlik, bastırılmış cinsellik, mahalle baskısı, geleneksel değerlerle birlikte, otoriterliğin ve ataerkilliğin kök saldığı bir Türkiye portesi bu. İçinde ne abartı, ne duygu sömürüsü, ne de trajedi var. Tüm olan bitenin hepsi sadece saf gözlem ve gerçeklik. İnan Temelkuran buz gibi gri rengi ve dinamik kamerasıyla filmin "gerçek" değil, film olduğuna gönderme yaparak da diyelim bir Demirkubuz’dan farklı dertleri olduğunu anlatmaya çalışır gibi.

never let me go

Never Let Me Go (Mark Romanek)= 1,5

Klonlanmış donörlerin hayatını anlatıp gram empati kurmayı başaramayan, karakterleri kendi aralarında aşk triplerine girerken de bizi sıkmaktan başka bir halta yaramayan bir film söz konusu. Karakterlerin akıl almaz tek boyutlu çizildiği; aşkın, sanatın, insan olmanın hallerinin anlatılırmış gibi yapılıp zerre kenarından geçilmediği; performansların çok kötü olduğu Never Let Me Go, şaşılası şekilde Jones’un “Moon” filminin son on dakikasında yaptığı şeyi bir buçuk saat boyunca yapamıyor! Kitabından çok etkilenip onu çok başarısız uyarlayan, kader kurbanı bir Romanek kalıyor geride.

high fidelity

High Fidelity (Stephen Frears)= 4


High Fidelity müzikle nefes alıp müzikle yaşayan, kodlarını müzik algısı üzerine kuran; kısacası müziğin oksijen olduğu bir film. Ama müzik üzerine bir film değil kesinlikle, ilişki üzerine, ilişkinin halleri üzerine analitik bir araştırma adeta. Rob'un terk edildikten sonra hatanın nerde olduğunu araması filmi bir Annie Hall tadında, temelde hayatı ama özelde kendini sorgulamaya dönüştürüyor. Cameron Crowe’un başaramadığı şeyi Frears'ın bir çırpıda başarmasının nedeni de bu. Laura’nın babasının ölümünden sonra, arabada, Rob’a “benimle sevişir misin? Çünkü bir şeyler hissetmek istiyorum. Ya benimle seviş ya da elimi ateşe tutacağım” demesini kaç kişi ‘gerçekten’ anlayabilir? Peki ya Jack Black’in olağanüstü Let’s Get It On yorumu? Muhteşem.



1 Eylül 2012 Cumartesi

küçük kıyamet

Küçük Kıyamet (Taylan Biraderler)=4,5 

Küçük Kıyamet, Türk sinemasında tür filminin nasıl çekileceğine Taylanlar’ın verdiği cevap… Türk sineması nedense korku filmi çekmeyi ilk önce korkutmak üzerinden alıyor ve bunun üzerinden yola çıkıyor. Oysa ilk önce bir derdinizin olması ve o derdinizi nasıl anlatacağınızla ilgisi var korku sinemasının. Küçük Kıyamet, hem üstte bir hikayeyle başlıyor hem de altında usul usul pişen hikayesine en dipte bir kanal daha açmayı başarıyor. Bu bir deprem filmi… Ama aslında eğitimli, çağdaş, beyaz bir Türk annenin öteki'ne duyduğu korkunun filmi... Ama ama aslında, tüm bunların ötesinde, en derinde, ölümle yüzleşmek üzerine bir gerilim filmi... Filmin altyapısı o kadar sağlam hazırlanmış ki, bunun rahatlıkla Türk değil dünya sinemasında da bir yeri olduğunu hemen görebiliyorsunuz. Küçük Kıyamet için (sonunda rotasından sapıyor olmasına rağmen) Türklerin "Jacob's Ladder"ı denilebilir.

last seduction

Last Seduction (John Dahl)=2,5

Last Seduction, çok fazla iniş çıkışa sahip bir film. Her seferinde inandırıcılığını yitirmesine rağmen, izleyicisinin toleransı sayesinde ayakta duruyor ve bir müddet abartılı yönleri göz ardı ediliyor olsa da, her seferinde bunu batırıp, durumu en çıkılmaz hale sokmayı başarıyor. Örneğin kadın-kocası ve sevgilisi aynı dairede bir araya geldiğinde, sevgilinin tam da vamp kadın için cinayet işlediğine yalandan ikna olmuş gibi yapıyoruz; neticede bu nokta filmi etkili bir viraja getirmiş oluyor. Ama sonra yine, senaristi sırf öyle yazdığı için, çok zeki vamp kadın yaratılma pahasına, filmin kendinden fire veriliyor. Arabadaki zenci dedektifin penisini göstermeye meyletmesi veya esas oğlanın tüm hengame arasında “rape me" diyen kadını dinlemesi zevkimizi olduğu gibi kaçırıyor. "Body Heat" olmak kolay değil demek ki.

midnight express

Midnight Express (Alan Parker)=2,5 

Bu filmin konusu, izleyicisini alıp götürecek temel bir senaryoya sahip değil. İki saatlik filmde, uyuşturucu kaçırırken yakalanan Billy Hayes’in İstanbul’da hapse atılmasını ve hapishanede geçirdiği günleri izliyoruz. Bunun 'film' olmasının nedeni ise hapishanede geçen günlerin zorluğu muhakkak, ama temelde sadece bunun üzerine kurulu olan hikaye bir müddet sonra yavanlaşıyor ve git gide kendini yok etmeye başlıyor. Sonunda Hayes hapisten kaçtığında da (bunun altyapısı iyi hazırlanmadığı için) ‘iyi, kurtuldu herif’ten daha ayrıntılı bir cümle kuramıyoruz. Hayatta zorluk çekmiş herkesin filmi yapılacak diye bir kural yok, çünkü bu hiç de mantıklı olmayabiliyor bazen. Filmin en çarpıcı cümlesi, Hayes’in mahkemede söylediği cümle: “Bir domuz milleti olmanıza rağmen onları yemiyor olmanız çok komik.” Brad Davis çok iyi oynuyor.

new york, i love you

New York, I Love You

İster istemez “I Love You, Paris” ile karşılaştırmak zorundayız bu filmi ve Paris’teki tüm afra tafraya rağmen New York çok daha iyi bir iş çıkarıyor. Bunda New York’un daha tecrübeli olmasının payı vardır muhtemelen (Paris’ten üç yıl sonra çekildi). Örneğin New York’ta yazar ve yönetmenler sanki daha hazırlıklı ve birbirine daha kenetliler, Paris’te ise bir olmamışlık ve bir başınalık mevcut. New York’ta hikayeler klasik gramere daha uygun olmasına rağmen yine de esneyebildiği için son derece taze duruyorlar. Örneğin Brett Ratner’ın filmi tekerlekli sandalyedeki kız formülüyle öteki’ni anlatıyormuş gibi yaptığında bile dikkat çekiciyken, algıyı bambaşka tarafa çekerek bunu ikiye katlıyor ve üstelik bunu düzgün bir şekilde New York’a bağlamayı başarıyor. Fatih Akın, şaşılası şekilde en kötü filmini çekmiş diyebiliriz. Natalie Portman yazıp yönettiği filminde hiç fena değil. Fakat en iyi iki film Shanji Iwai'yle Allen Hughes’a ait. Hughes’unki ama gerçekten muazzam.