30 Temmuz 2012 Pazartesi

man on wire

Man on Wire (James Marsh) =3,5

Her şeyi başından belli bir belgesel bu. Zamanında Fransız bir jonglör, kafasına koyup, bin bir hengamenin ardından İkiz Kuleler arasına germeyi başardıkları bir ipte (telde) yürümeyi başarıyor. Marsh ama, bunu aksiyonu bol, merak uyandırıcı ve izleyicisini şaşırtmaya karar vermiş bir şekilde anlatmayı deniyor. Öyle ki zaman zaman kendimizi bu anlatıma kaptırıp çocukça bir umutsuzluğa, sonra birden alevlenen bir meraka, gereksiz bir endişeye kapılıyoruz. Ayrıca Marsh, elbette bir kahramanın hikayesini anlatarak yola çıkıyor, ama o kahramanın üzerine kendi yarattığı özel anlamlar yüklemiyor. Hatta alttan alta, bu olayın görünmeyen yüzünde başka şeylerin döndüğünü de fark edip bir ikilimde de kalıyoruz doğrusu, o meşhur ikilem: o inanılmaz ağır ve uzun kabloyu bin bir maharetle çeken ekip olmasaydı Petit yine bu Petit olacak mıydı? Yoksa kahramanlığın doğasında olan tam da bu mu?

kıskanmak

Kıskanmak (Zeki Demirkubuz) =2,5

Demirkubuz kendisinden beklenmedik bir şey yapıyor ve bir dönem filmi çekiyor. Fakat bunun dönem filmi olmasının ardında yatan tek neden Demirkubuz'un Kıskanmak isimli romanı kendine çok yakın bulması. Kendisi yıllardır aynı filmi çekmekle meşgul, fakat bu aynı filmi çekerken içine düştüğü en büyük tuzak gerçekten de aynı filmi çekmesi. Ünlü yönetmenlerin hepsi aynı filmi çekiyor belki ama bir şekilde filmlerine ayrı birer doku vermeyi de başarıyorlar. Kıskanmak, bir de üstüne, sonunda kendisine odaklanılmış karakterin ağzından uzun bir de söylev çekiyor bize. Demirkubuz sineması bu gidişle Camus, Dostoyevski alıntılarıyla dolu broşür dağıtmaya doğru gidecek. Allah korusun diyelim.

in my skin

In My Skin (Marina de Van) =2,5

İzlenmesi rahatsız edici filmlerden biri. Hatta o yıl, Fransız gazetecilerin verdiği yılın en rahatsız edici film ödülünü almasından da anlaşılıyor bu. İyi bir film mi? Değil. Garip bir tecrübe mi? Evet. Bu tip filmleri, insanoğlunun tuhaf yönlerini göstermek istediği için bile önemsemeliyiz. Düşünsenize, filmde, vücudunu bir kazada yaralayan, o günden sonra vücuduna hayli ilgi duymaya başlayan ve derisine içgüdüsel bir obsesyonla fetişist yaklaşmaya başlayan bir kadın anlatılıyor. Derisinden parçalar koparıp onları çiğneyen, kurutup çantasında saklayan bir kadından bahsediyoruz. Marine de Van’ın sorunu, bu tuhaf ve ilgi çekici hikayenin altını dolduramaması. Filmde her şey ‘öylece’ oluyor ve öylece de bitiveriyor. Anlaşılan sadece ilginç bir hikaye anlatmanın bir film için yeterli olduğu tuzağına de Van da düşmüş. Yemek sahnesi ama tek kelimeyle harika.

black swan

Black Swan (Darren Arronofsky) =5 

Dünyada bazı filmler vardır, başyapıt kabul edilir, ama o filmi beğenmeyen başka eleştirmen bulman da mümkündür. Örneğin Ucuz Roman; başyapıttır ama herkes beğenmez. Örneğin "Bal", başyapıttır ama herkes beğenmez. Dünyadaki tüm başyapıtlar başyapıt olmasına rağmen kendilerini her eleştirmene beğendiremezler. Ama bence Black Swan, dünyadaki tüm eleştirmenlerce beğenilmeli. Hiçbir eksisi, sarkan yeri olmayan; her bir sahnesinde muazzam bir hüner gizli olan böylesi bir film izlemeyeli yıllar olmuştu. İnanın, zorlasam, bulmaya çalışsam, inat etsem, solumdan kalkmış olsam, bu filmde hata bulamam. Bazen de, çok iyi filmleri izlerken bile, içimden "bu filmi ben çekebilirdim" gibi hisler geçiririm ya da bir filmi izlerken, yönetmenin o filmi nasıl çektiğini anlarım, ama Black Swan'ın gerisinde, elinde kamerasıyla Darren Arranofsky'ı hayal ettiğimde, aklımı kaçırıyorum resmen. O sahneleri ancak aklımdan çekebilirdim ama gerçekte asla çekemezdim sanırım. Çok büyük bir hüner, çok. Ve sinema tarihinin en iyi 10 performansından biri değil mi bu? Böyle bir şey olabilir mi? Onlarca kez durdurup, o sahnede o ifadeleri nasıl yaptığına anlam veremeden izledim Portman'ı. Akıl alır gibi değil. İşte gerçekten oyunculuk diye bir şeyin var olduğunu anlıyorsun. Varmış demek ki, şaka değilmiş.

a love song for bobby long

A Love Song for Bobby Long (Shainee Gabel) =2

Neden edebiyatçılar hayattan elini ayağını çekip ayyaş olurlar? Neden bu adamların edebiyattan tek anladığı, durduk yere kitaplardan alıntı yapmak ve sonra o alıntının nerden olduğunu bilmektir? Neden bu adamlar kitap yazmaya karar verip hayattan elini eteğini çekerler, cool cool depresif olurlar, içerler, orada burada hayat umurlarında olmadan takılırlar? Böyle midir gerçekten? Değildir elbette. İnsanlar kafalarında bir 'berduş ama aynı zamanda ermiş edebiyatçı' arketipi yaratıp onun üzerini hayalleriyle dolduruyorlar. Bu filmi John Steinbeck romanlarına benzediğini iddia ettikleri için izlemiştim. Lakin bırakın o romanlara benzemeyi yakınından bile geçemiyor. Uzak durun, zamanınıza yazık.

leon

Leon (Luc Besson) =4,5

Bir Fransız'ın çektiği suç filminde Hollywood'un aklından bile geçmeyecek her şey mevcut. Psikopat bir seri katile sempatiyle tamam, ama mizahla yaklaşmak, o seri katile 12 yaşındaki bir kız çocuğunu aşık etmek ve sonra o çocuktan da bir seri katil çıkarmak... Pes doğrusu. Ne kadar tabu varsa hepsinden ortaya karışık yapmış Luc Besson sanki. Uzunluğuna rağmen bir saniye bile sarkmayan, absürt sahnelerine rağmen bir saniye bile inandırıcılığını yitirmeyen ve içinde son derece ciddi ölüm ve cinayet sahneleri olmasına rağmen bize rüyada hissi veren masal gibi bir film bu. Akıldan çıkmayacak sahneleri, diyalogları, müzikleri ve elbette oyunculuklarıyla kırk kere izlesek bıkmayız herhalde Leon’u… Bir de insan merak ediyor; Portman, Reno ve Oldman, hani üçü birden nasıl bu kadar kusursuz bir oyunculuk sergiliyorlar? Akıl alır gibi değil valla.

hard candy

Hard Candy (David Slade) =2,5 

Evet, Ellen Page döktürüyor. Filmi en başından usulca alan, yavaş yavaş geliştiren ve nihayete erdiren Page’in kendisi değil de ne? Patrick Wilson da hiç fena oynamıyor doğrusu. Film hepi topu iki oyuncuya odaklandığından onlardan verim almak zorunda ve bu konuda da hayli başarılı. Fakat bir müddet sonra pedofili olup olmadığına uzun süre karar veremediğimiz karakter ve şeytani zekaya sahip kız, fazla döktürmekten, birbirleriyle fazla oyalanmaktan ve uzayıp giden yersiz diyaloglardan sonra ilgiyi arttıracaklarına iyice azaltıyorlar. Gerilimin hat safhaya ulaşacağı yerler böylece sarkıyor, finalde ise rahatlama veya gerilme yerine öylesine bir olmuş bitmişlik hissediyoruz. Yine de dar alanda iyi bir gerilim diyip hakkını vermek lazım Slade'e…

aftermath + flower of flesh...

Aftermath (Nacho Cerda) =1
Flower of Flesh and Blood (Hideshi Hino) =1


Bu tür filmler izleyicisinin midesini ne kadar bulandırırsa kendisini o kadar başarılı buluyorlar. Yola çıkma amaçları bu olunca da akla gelebilecek ne kadar garip ve tiksindirici sahne varsa, hiçbir estetik kaygı gütmeden bunu perdeye/ ekrana yansıtıyorlar. Aftermath, otopsi odasında cesetle içli dışlı olan bir manyağı, Flower ise kaçırdığı bir kızın yavaş yavaş organlarını kesen ve sonra onları saklayan bir sosyopatı anlatıyor. Bunlara film demek anlamsız, karşımızda ayan beyan bir porno filmi var. Kalitesiz, anlamsız ve aptalca bir porno. Bu arkadaşları sinemaya davet ediyoruz. Çünkü bu yaptıkları kolaya kaçmak.

moon

Moon (Duncan Jones) =4

Duncan Jones, 2001’deki gibi hayatın anlamını arayan, felsefi bir film çekme peşinde değil; ama en az 2001 kadar dingin, sakin, usul usul ilerleyen bir film çektiği de kesin. Tek bir karakterle, altı üstü tek bir mekanda geçen ve izleyicisini sıkıntıdan patlatma pahasına bu riski göze almış olan Jones, filmin bir müddet sonra rengini belli etmesiyle bizi şaşkına çevirmeyi başarıyor. Filme sinmiş tedirginlik ve merak duygusu, az sonra yerini hafif ısıtılmış bir gerilime ve karaktere duyulan derin sempatiye bırakıyor. Tüm bunlar olurken, müthiş mütevazi ve alttan bir mesaj da alıyoruz, Sam, programlanacağını söyleyen robota “biz programlanmayız” diyor. “Biz insanız.” İnsanı insan yapan şey, kimlik, aidiyet ve bellek üzerine düşünmemizi sağlayan mütevazi bir başyapıt denilebilir Moon için.

wes anderson

Darjeeling Limited =4
Life Aquatic with Steve Zissou =4,5


Wes Anderson inanılmaz bir sinema dahisi. Filmlerini izlerken ilk önce basit bir şablona ihtiyacı olduğunu görüyorsunuz. Bir aile, bir kolej, bir belgesel, bir yol filmi gibi… Tüm bunların aynı zamanda bir çeşit ‘tür filmi’ olduğu da aşikar. Anderson, bu türün içine kendi bildik dünyasını, mizah anlayışını, karakterlerini ve temalarını akıl almaz bir doğallıkla yedirebiliyor. Bu yedirme işlemi ama, bire bir klasik Hollywood dünyasındaki gibi olmuyor. Aralara, adeta sinemayı dışlayan, onu bozan eklentiler koymayı ihmal etmiyor. Darjeeling Limited’taki Francis’in film boyunca o bandajlarla dolaşması gibi… Birbirine aktif bir şekilde bağlı olduğunu hissettiğiniz bir dünyada dolaşıyor ve büyüleniyorsunuz. Ayrıca mizansenlerin, müziklerin ve ‘slow motion’ların en mükemmel düzeyde gerçekleştiği filmler bunlar. Şimdiye kadar izlediğim dört filmi arasında benim favorim Life Aquatic… Bill Murray ise her zaman hep sen sevdiğim oyuncu…

midnight in paris

Midnight in Paris (Woody Allen) =2,5

Bu film her zamanki Woody Allen vasatlığında. Bir röportajında filmlerinin çoğunun vasat olduğunu söylediğinde mütevazi davranmıyordu büyük ihtimalle, doğruyu söylüyordu. Koca okyanusu geçip Londra’ya, oradan Barcelona’ya, ordan da Paris’e uzanan bu yolculukta Woody Allen kendini sorgulamaya, yaşlanırken bir taraftan da yaptıklarını tartmaya devam ediyor. Yaş kemale ermişken başka bir dünyaya, özellikle taptığı, orada olmak için neler neler vereceği 20’lerin Paris’ine gitmez miydi? Allen gitmeyeceğini söylüyor, çünkü o döneme giderse, bu sefer başka bir döneme gidilmek isteneceğini iddia ediyor. Nispeten Avrupa turuna çıktığından beri verdiği mesajlar aynı minvalde: "iyi kötü yaşadım, yaptıklarımdan pişman değilim, hayatı seviyorum ve elimizdekilerin değerini bilmezsek hiçbir şeyin değerin“ bilemeyiz.” Çok klişe demeyin. Kendisi 76 yaşında.

koza

Koza (Nuri Bilge Ceylan)

Hıncal Uluç’un kızacağı bir Nuri Bilge filmi varsa, o işte bu film olmalı. Çağrışımı bol, göndermeleri bol, imgelerin cirit attığı bir kısa film Koza. Dünya görüşünüz, ruh haliniz, hayata bakış açınız neyse ona göre anlamlar çıkarabilirsiniz Koza’dan. Ama zaten Koza’nın temelde hayatla, sonra zamanla ve elbette ölümle ilgilendiği, ardı ardına gelen fotoğraflık muazzam görüntülerden de belli. 15 dakikalık bu filmi izlerken bir an film şeridi gibi önünüzden Bresson, Tarkovski, Bunuél gibi kalbur üstü yönetmenler geçiyor. Ses ve görüntü açısından NBC, her zaman kartlarını iyi karıyormuş. İlk filminden de belli bu.


bkz: filme şu linkten ulaşmanız mümkün: http://www.youtube.com/watch?v=_1qijQN95Os

dogtooth

Dogtooth (Giorgos Lanthimos) =2 

Filmin tek derdi göz boyamak. Sahte entelektüellik çabaları. Truman Show’dan sonra bu konu hakkında söyleyeceğin son bir şey varsa eğer, onun üzerine git değil mi? Çocuklara kelimeleri, anlamlarını değiştirip öğreten bir anne-baba, ne demek: dil, bizim hapishanemiz! Hiçbir yaratıcılık barındırmayan, son derece güncellikten uzak, Avrupai entel numaralarına girip bizi şaşırtmaya çabalayan, ama zaten filmin seviyesizliği ve yapmacıklığıyla bunu başaran bir filmdir kanımca. İzlemeye değmez.

american pie

American Pie (Paul Weitz) =3,5

Amerikan Patası, Amerikalı olsun veya olmasın tüm gençliğin nabzını tutan, onların her zaman gizlediği veya onlardan gizlenmesi istenen cinsellikle ilgili takıntılarını, meraklarını, tecrübelerini, yaşanmışlıklarını ve fantezilerini anlatan ve zamanında adeta fenomene dönüşmüş, çığır açmış bir filmdi. Gençler artık kapalı kapılar ardında utana sıkıla ve “bu sadece benim mi başıma geliyor?" soruları eşliğinde kıvranmak zorunda değildi. Amerikan Pastası, internetin de hayatımıza girdiği dönem bunu da iyi kullanmasını bilip ailelere ve topluma şeffaflaşmayı önerdi. Filmin mesajını şöyle okumak mümkün: "beyler bayanlar, korkulacak bir şey yok, sadece çocuklarınız sevişmek istiyor." Çok başarılı bulduğumu söylemeliyim.

40 year old virgin

40 Year Old Virgin (Judd Apatow)  =3,5

Bir adam düşünün, 40 yıl boyunca sevişmemiş. Şimdi bu bile benim için Apatow’u yerlere göklere koyamamamın basit bir nedeni. Bizim komedyenlerimiz hala bu kadar naif ve ‘içerden’ bir konu bulmada başarısızlar. Apatow’da enfes bir gömülü yaşamları komediye uyarlama yeteneği var. 40 yıldır sevişmeyen bir adamla alay etmek için yola çıkmış gibi görünüyor, ama asıl derdinin bu karakteri içselleştirmek olduğunu sonradan anlıyoruz. Adeta karakterine laf söyletmiyor, ona dokundurmuyor; onun üzerinden yaptığı alaylarda ise bir kibirden ziyade bir sıradanlaştırma, normalleştirme çabası gizli. Apatow sinemasına sinmiş bu mütevazilik olduğu sürece, kendisi karakter yaratmada döktürmeye devam edecektir.

a serbian film

A Serbian Film (Spasojevic) =2

İzlenmesi Zor Filmler diye bir şey var, biliyorsunuzdur belki. Bu film bu listelerin gediklilerindendir. Garip bir projede çalışmak için porno işine geri dönen bir porno yıldızını anlatıyor. Filmde bir müddet sonra işler gittikçe çığırından çıkıyor ve kahramanımız kullanıldığını anlıyor. İlaçlar, uyuşturucular derken, kafa kesmeli, bacak koparmalı, bol kanlı seks sahnelerinin çekildiği bir şeye dönüşüyor proje. Filmin finali bir daha porno izlememeniz için kurgulanmış muhafazakar bir ‘ensest slasher’ sahnesi barındırıyor. Nerden baktığınıza bağlı olarak muhafazakar da olmayabilir tabii. Eğlenceli ve zaman zaman gerilim dolu olduğunun hakkını vermek lazım.

love and other drugs

Love and Other Drugs (Edward Zwick) =2,5

Filmin adını görünce “evet aşk filmi izleyeceğiz ama farklı bir aşk filmi olsa gerek” diyoruz. Oysa hiç de öyle olmuyor. İlaç şirketlerinin hastalar ölürken tek düşündüklerinin para olması bizim bu filmle öğrendiğimiz bir şey değil. Hasta bir sevgiliyi bırakıp gidemeyen bir adamın, film sonunda bize katharsis yaşatacağı da ortada şüphesiz. Biraz sistem eleştirisi, ortalarda bir yerde hafif bir hüzün, sonra yine “beş yıl sonra kadın tuvaletini yapamasa da hep mutlu yaşadılar" finali... Niye bu aşk temasını bu kadar zorluyorlar? Hindistan'da kocaları ölünce eşlerine sadık kalmak adına yakılan dul kadınların hikayesini de 'büyük aşk' diye anlatırlar diye korkar oldum vallahi.

duvara karşı

Gegen die Wand (Fatih Akın) =4 

Hayatında anlam arayan iki insan, tamamen tesadüf eseri birbirine anlam verip, birbirlerini kurtarmaya çalışıyor. Cahit, toplum kurallarına başkaldırmış biri, zorla, yalan dolanla toplumun içine girmek zorunda kalıyor. Sibel, toplumdan kaçmak için uğraşıyor, o da yalan dolanla, toplumdan dışlanıyor bir nevi. Tüm bunlar olurken Fatih Akın, kültürleri, toplumun yaşam biçimini, koca bir kenti, aile ve aşk ilişkilerini, gelenekselliği ve bunların hepsinin de ötesinde 'büyümeyi' anlatıyor. Kısaca iki sevgilinin aşkını izleyeceğiz derken, tüm izlediğimiz hayat ve hayatın halleri… Fatih Akın’ın kendini en iyi anlattığı film… Hala…

ali g indahouse

Ali G Indahouse (Mark Mylod) =2

Baron Cohen, yine sınır tanımazlığı, yine tüm tuvalet mizahı ve politik doğruculuk düşmanlığıyla döktürüyor; ama görüyoruz ki, Borat ve Bruno’ya gelmeden önce hatalarından ders çıkarmasını bilmiş kendisi. Çünkü Ali G, Cohen'in skeçlerinden sonra film yapmaya karar vermiş bir projesi ve dolayısıyla da zor bir proje. Türk sinemasında Cem Yılmaz ve Şahan Gökbakar'ın sinema deneyimi neyse Cohen için de Ali G o... Yani, sinema dilinden uzak, o gramerin çok uzağında, sadece küçük ve aslında birbirinden bağımsız şakaların olduğu bir skeçler bütünü... Şakalar çok iyi, peki film? Film bile yok ortada.

invention of lying

Invention of Lying (Gervais & Robinson) =2

“Yalanın Keşfi”nin en büyük sorunu, “sadece bir fikir” filmi olması. Bir gün “ilk yalanı kim söyledi acaba?” diye sorduğunuzda ‘bundan bir film çıkar’ diye düşünüyorlar, ama çıkmıyor. Zorladıkça da olay, insanlık tarihini oluşturan yığınla kavramın bir çırpıda yalan olarak sunulmasına, oradan da yalanla biyolojik bağ kurulmasına kadar gidiyor. Bu fikirden ya on dakikalık kısa bir film ya da çok iyi bir akademik makale çıkar; ama bir buçuk saatlik bir film çıkmaz. Hem film başından bir hatayla başlıyor: yalan hiç keşfedilmedi ki. O hep vardı.

martyrs

Martyrs (Pascal Laugier)=3

Kim ne derse desin böyle filmlere ihtiyacımız var. Atilla Dorsay’ın sinir krizleri geçirip, midesinin bulanması çok normal. Çünkü bizi gerçekten akıl üstü bir tecrübeye çağıran, kan donduran ve ister istemez düşüncelere sürükleyen bir film bu. “Bu filmleri izlemeyin” diye kestirip atılmasını pek sağlıklı bulmuyorum. Hatta filmde anlatılan ‘şehitlik’ kavramına yakın belli başlı görüşlerin bu topraklarda cirit attığına tanık olduktan sonra Martyrs bir açıdan çok tanıdık geliyor. Fikirlerini, insanı maniple eden korkunç senaryosunu bir kenara da bıraksak, elimizde iyi bir filmin olduğunu kabul etmemiz boynumuzun borcu olmalı. Dikkat: gerçekten çok tuhaf bir tecrübe sizi bekliyor.

26 Temmuz 2012 Perşembe

green hornet

The Green Hornet (Michel Gondry)=3

Neden sevilmediğini bir türlü anlayamadım bu filmin. Gondry’e kızanları ise hiç anlamadım. İçinde medya eleştirisi, süper kahraman kültü, bol eğlence ve bol mizah barındıran ve açıkçası izleyenlere öyle “derin” düşüncelere dalmamaları konusunda ilk sahnesiyle uyarıda bulunan, benim çok eğlendiğim ve beğendiğim bir film. Çektiği klipleri ve filmlerini bildiğimiz Gondry, bu filmde o dünyanın ne çok uzağında, ne de yakınında seyirtiyor. Kendisinin bu film için yanlış tercih olduğunu söyleyenlere inanmayın siz. Bu onun filmi ve gayet de güzel bir film.

body heat

Body Heat (Lawrence Kasdan)=4,5 

İzlerken terleten film… Hiç de bir ilk filme benzemiyor doğrusu. Ne yaptığından çok emin bir yönetmenin sanki en iyi döneminde çekilmiş bir film gibi Body Heat. Tıkır tıkır işleyen ve izleyiciyi avucunun içine alan süper bir kurgu ve senaryo. Finalle birlikte doruğa çıkan ve bizi dumura uğratan, sinema tarihinin en “succubus” kadını. Müthiş zeka oyunları, enfes yaratıcılıkla örülü, her bir saniyesine Kasdan’ın aklının dokunduğu belli olan film. Ve bir soru: Matty karakteri, kadınların yüz karası olan düzenbaz, ikiyüzlü, Makyavelci bir cadı mı; yoksa kadınların yüz akı olan akıllı, kurnaz ve kendi ayakları üzerinde durmak için elindeki imkanları kullanan pragmatist bir ‘sıradan’ kadın mı?

bound

Bound (Wachowski Bros.)=4,5 

Olağanüstü bir kara film örneği… Lezbiyen ilişkiyi filmin içine bu kadar iyi yedirmek: öyle ki filmi tüm kara film trüklerinden soyutlayıp nerdeyse bir aşk filmi olarak bile ilan edebiliriz. Hatta aşk filmi şemasının içinde bir kara film denilebilir Bound için. Yeri geldiğinde gerim gerim geren, yeri geldiğinde heyecandan tırnaklarımızı yememizi sağlayan, nefis kurgusu ve enfes oyunculuklarıyla, nerdeyse kusuru olmayan bir film. Wachowskiler'in Matrix'i çekmeleri tesadüf değilmiş meğer.

devil's rejects

Devil's Rejects (Rob Zombie)=3,5

Rob Zombie bu garip filmde, çok uzun süre psikopat katillerin yanında takılmamızı istiyor ve buna göre kurguluyor filmini. Tüyler ürpertici cinayet ve gerilim sahneleri olmasına rağmen, filmden sert bir gerçeklik almıyor oluşumuzu bizzat Zombie bilerek mi yapıyor, doğrusu bilmiyorum. Ne olursa olsun kötülerle özdeşleşmemizi istemeyen fakat bir taraftan onların hayli sıradan hallerini göstererek bir şekilde onlara da "psikopat da olsa insan insandır” dedirten bir hali var filmin. En güzeli ise elbette iyi kalpli polisimizin hevesimizi kursağımızda bırakarak ‘höt’ diye ölmesi! Sonra psikopatları da öldürterek içimizi okşuyor Zombie ama “o kadar ucuz değil” de diyor bir taraftan. Farklı ve güzel bir deneyim olduğu kesin.

trouble everyday

Trouble Everyday (Claire Denis)=3

Yeterince dingin, yeterince huzursuz edici ve yeterince merak uyandırıcı… Yamyamlık gibi tuhaf bir konuyu, aşk’ın ve özellikle seksin içine yedirmek son derece uygun bir hamle olmuş. Başka bir “şeye” dönüşmüş kişiler olarak anlatılan ve seks yaparken partnerini yiyen karakterler, günlük hayattaki kimilerimizin birebir örneği olabilirler mi? Hepimizin farkında olmadan söylediği “yerim seni ben” lafının kökenlerine bu filmde ulaşmak mümkün. Filmi ayakta tutan esrarengizlik duygusu ve müzikler ise çok başarılı.

19 Temmuz 2012 Perşembe

very bad things

Very Bad Things (Peter Berg)=1,5

Bu filmlerin en büyük sorunu, hiç öyle olması gerekmese de, kendilerini belli oranda ciddiye almaları. Karakterlerin cinayetten sonra geçirdikleri duygusal buhranların bu kadar gözümüze sokulması "Conversation'ı mı izliyoruz sanki?" diye düşündürtmeden edemiyor. Kendini bu açıdan ciddiye alınca da izleyiciye sonraki bölümlerde ne olacağının mesajını -zaten bilyorduk- vermiş oluyor. Biri bu vicdan azabına dayanamayacak ve bu böyle domino etkisiyle sürecek. Dolayısıyla bizi eğlendirmesini beklediğimiz, sonunu da bildiğimiz bir film, her bir sahnesiyle bizi sıkıntıdan patlattıktan sonra aptalca ve muhafazakar bir finalle sona eriyor.

ıssız adam

Issız Adam (Çağan Irmak)=2

Çağan Irmak, temelde bir rasyonel/ duygusal, şehir/ taşra ikililiği üzerinden gidip her seferinde ikincisine yatırım yapan filmler çekiyor. Temelini böyle attığı filmlerinin katlarını ise gerek aile, gerek aşk ve gerek politikayla kurmayı deniyor. Issız Adam, köklerine bağlı olmayı unutmuş ve o köke ait bir kızla da aşk yaşamayı beceremeyen, nihayetinde koca şehirde buz gibi ama sahte rasyonelliğiyle kalakalmış bir adamın hikayesi kısaca... Temasına sözümüz yok, ama bu bir sinemaysa eğer Irmak'ın sinemasal bir gözle olaya yaklaşamadığı ve sadece hikayeyi anlatmakla ilgilendiği de aşikar. Duygusal tarafa çok yatırım yapmanın ve subjektif olmanın zararlarını görmek mümkün bu filmde.


500 days of summer

500 Days of Summer (Marc Webb)=2

Bir romantik komedi veya aşk filmi, eh, ama tam da değil. Bir ilişkiye lineer olarak değil de, gidiş gelişlerle göz atan ve anlaşılan bu tercihiyle herkesi büyüleyen bir film. Bir çocuk bütün film boyunca aşk yaşayıp aşk yaptığı bir kıza "sen benim sevgilimsin" diyor, ama kız "hayır, biz arkadaşız" diyor. Acılar içinde kıvranan çocuğumuz uzun süre peşini bırakmadığı kızın bir gün evlendiğini görünce dumur oluyor; ama bu ona bir ders oluyor, aşkın doğasını çözüyor ve artık başka bir kızla birlikte olabilir. Şimdi Nora Ephron'a 'klasik', bu filme 'yenilikçi' denmesi, birçok şeyi karman çorman anladığımızın kantı. Webb'in stilistik jonglör numaralarının işe yaradığı kesin, ama tematik açıdan bana çok itici geldiği de muhakkak.



(ayrıntılı bir analiz için bkz: http://kesmecefilm.blogspot.com/2011/10/500-days-of-summer.html)

borat + bruno

Borat: Culturel Learnings of America for Make Benefit... (Larry Charles)=5
Bruno (Larry Charles)=4,5

Sacha Baron Cohen, benzeri görülmemiş; benim gibilerin dünyada bolca görmek istediği bir yetenek. İnsanoğlunun yıllar boyunca binbir maharetle kurmuş olduğu bu uygarlığı, belki birkaç dakika içinde yok edecek bir dinamiti andıracak kadar 'kendinde' ve toplum-ötesi bir duruşa sahip. South Park'ın yaratıcılarının politik duruşlarının merak edilmesi gibi, Cohen'in politik duruşunda keskin bir muhaliflik, ama net bir politik doğruculuk düşmanlığı var. Onun dünyasından bakınca her şey aptalca, her şey komik... Sorunu; milliyetçilikte, muhafazakarlıkta, faşizimde, liberalizmde vb. arayan biri değil; tüm bunlara eşit mesafede, ama daha öteye giden, olgulara varlıkbilimsel olarak yaklaşıp onları 'deconstruct' etmeye çalışan bir güç... Cohen'in karakterlerini izlerken ve eleştirilerini takip ederken, bir müddet sonra 'çırılçıplak kalan', sade, öz, "being" olan insan tözüne ulaşıyorsunuz. Onun bize çarpıklıklarını gösterdiği dünyanın duvarlarında dindarından solcusuna, eşcinselinden savaş suçlusuna kadar herkesin eklediği bir tuğla var. Anlıyoruz ki, ne kadar övsek ve sevsek, sahiplensek de, geldiğimiz nokta koca bir sahtelik, yalan ve kendini kandırmadan başka bir şey değil. Dolayısıyla tüm bu toplumsal yapı ve medeniyet eleştirilerinden kaçmanın tek yolu 'ilk insan'a gidebilmek, onun bireydeki tekabülü ise 'id' malumunuz. Borat ve Bruno'nun id'ten, yani geçmişin ilk insan'ından geldiğini düşünürseniz, onların dünyasının durdurulamazlığını anlamanız biraz daha mümkün hale gelmiş oluyor.

sleepless in seattle

Sleepless in Seattle (Nora Ephron)=3,5

Nora Ephron, romantik komedinin trüklerini en iyi çözmüş, onu kendi isteğine göre eğip bükebilen; klasik gramerin alanı içerisinde mümkün mertebe yenilikçi olmayı kafasına koymuş, izleyicisini 'yakalamada' son derece maharetli biriydi. Bu kurguyu çok iyi başardığı bu ve (senaryosunu da yazdığı) birkaç filmine alıcı gözle bakarsak, nasıl klasikler arasına balıklama girdiğini ve tüm dünyanın birden gözdesi olduğunu anlamak mümkündür. Ephron'a sarkastik bir şekilde 'romantik' diyenlerin onu anlamadığı çok net.

secretary

Secretary (Steven Scheinberg)=4

Kafamızdaki hayli klişe 'sekreter' fantezisinden yola çıkıp, bu kadar anti-klişe bir film çekmek her baba yiğidin harcı olmasa gerek. Seni anlayamayan, senin zevklerine hitap etmeyen bir dünyada depresyonda olduğun yalanını duyuyorsun; oysa tam da kendi fantezine sahip çıkıp, başkalarının anormallerinin senin normalin olduğunu keşfedersen ve bu gerçeği sahiplenebilirsen yürekten, o zaman şu sonuca da ulaşmış olursun: mutluluk, herkesin 'normal' bulduğu bir 'sıradanlık' hali olmayabilir; herkesin mutluluğa ulaşma yolu zihniyetiyle doğru orantılıdır. Sekreter'in; mutluluk, fanteziler, kadın-erkek ilişkileri ve toplumun kendisi üzerine söylediği çok şey var.

melancholia

Melancholia (Lars von Trier)=1,5

Alın size, Trier'in yine 'ufuk açıcı' fikirlerinden biri! Dünyaya bir meteor çarpacak ve herkes ölecek. Amerikan filmlerinin aksine bu sefer hepi topu üç-beş kişiye odaklanıp, bu korkunç sonu onlar üzerinden deneyimliyoruz. Yaklaşmakta olan ölüme 'cool' tepkide bulunan karakterle buhranlara sürüklenen karakter basit bir dualiteden öteye gidemiyor. Trier'ın 'anti' fikirlerinden birine şahit olduğumuz kesin, ama bunun için böyle bir mizansen kurulması ve film boyunca bol bol izleyiciyi sıkarak hiçbir şey yapamama hali, "keşke bu sadece bir fikir olarak kalsaymış" dedirtiyor.

inside

Inside (Alexandre Bustillo)=4,5

İnsanı hemen her sahnesinde gerim gerim geren, bunu birçok korku filminde olduğu gibi 'sessizce' değil de, tüm gücüyle 'abanarak' ve göz göre yapan bir film var elimizde. İnside'ı başyapıt yapan da, bu alenen korkutma ve seyirciye kaçacak yer verdirmeme başarısı... İzleyici olarak tıpkı filmin kurbanı gibi köşeye sıkışıp, bu kasvetli ve korkunç atmosferi yaşamak zorunda kalıyoruz. İşin yine elle tutulur yanı, bizi sürekli ayakta tutan, kadının niye saldırdığını merak etmemiz. Üstüne bir de film annelik ve hamilelik üzerine çok ciddi şeyler söylemeyi de ihmal etmiyor. Çok mu kan var? Eh, hamilelik diyorum!



(ayrıntılı bir analiz için bkz: http://kesmecefilm.blogspot.com/2011/10/inside.html)

secret things

Secret Things (Jean-Claude Brisseau)=4,5

Sıradan bir erotik film diye izlemeye başladığım ama ilerledikçe beni kendine hayran bırakan bir film. Gerçeklik ve sahtelik, kadın ve erkek ikilileri üzerine muazzam argümanları olan; sosyal ve ekonomik bazda da iş hayatına ve ilişkilere yaklaşmayı ihmal etmeyen; kadının doğasına ve fantezisine yapılan göndermelerin, müthiş görüntülerin ve şaşırtıcı anların bolca yer aldığı, Eyes Wide Shut kadar kaliteli (stilistik anlamda değil elbet) bir Fransız şaheseri.

superbad

Superbad (Greg Mottola)=4

Apatow tayfası, filmlerinde kadın-erkek ilişkileri üzerine bir sürü şey söylese de, temelde 'erkeklerin dünyası' ile ilgileniyor. Bu dünyada ama içe kapalı bir 'geek kardeşliği' yok. Çoğunun (özellikle kadınlar karşısında) pasif, şapşal, içedönük, utangaç tipler olduğu doğru; bu ama, onları kadınların dünyasından uzaklaştırmıyor, o dünyaya bu halleriyle girmeye çalışıyor ve 'oldukları gibi' var olmayı deniyorlar. Kendi olmaktan asla taviz vermeyen, birlikte olduklarında daha çok eğlenen bir erkekler güruhundan bahsediyorum. Superbad'te ise koleje gitmeye hazırlanan iki arkadaşın, farklı okulları kazandıkları için yaşadıkları 'ayrılık' anksiyetesi ve sadakat üzerine bolca mesaj var. Hatta filmin bir noktasında, biri öbürüne, yer yatağında, sarılıp "seni seviyorum" bile diyor. Hem de birden fazla ve filmi yazıların da akıp son bulduğu noktaya kadar izlerseniz, o en son noktada bir "seni seviyorum" daha duyacaksınız. "Brotherhood"un "lover"a üstün geldiği bir dünya...

zack and miri make a porno

Zack and Miri Make a Porno (Kevin Smith)=3

Kevin Smith'teki 'sıradan'lardan ve 'loser'lardan vazgeçmeme sevdası onu hep el üstünde tutmamıza yetecek. Zack ve Miri'nin hikayesi; hiçbir özelliği olmayan, gayet sıradan, zar zor geçinen, ama yine de eğlenerek yaşayabilen genç insanların hayatının bir minyatürü. Nasıl Apatow'ların karakterleri bir süpermarkette, bir tekonoloji bayiinde çalışıyorlarsa veya işsiz/ aylaklarsa; Smith'inkiler de yine markette veya bir kahve dükkanında çalışıyorlar. Geçinemedikleri ve sürekli bir arayış içinde oldukları, hayaller kurdukları da aşikar. Smith'in filmi bu minvalde başlayıp bu minvalde gidiyor. İşin içinde elbette seks ve tuvalet mizahı da var. İlk filmlerindeki 'derinlemesine' analizlerinden uzak olsa da hala eğlenceli olduğu kesin.

playing by heart

Playing by Heart (Willard Carroll)=2,5

Bu kadar ünlü ve kaliteli oyuncuların bir araya geldiği ve her birinin kesişen yollar dediğimiz hikayenin 'yollar' kısmını oluşturduğu, sinema filminden çok bir cnbc-e dizisini andıran bir film. Hikayelerin içerikleri, kendi içlerindeki iniş çıkışları gayet samimi ve içten. "Tamam ama, sonunda ne oluyor?" dediğinizde Carroll'un onla ilgilenmediğini görüyoruz. Tüm hikayelerin 'güzel' ve oturaklı finalleri var, bunlar bizzat düşünülmüş; ama bunların toplamı olan filmin kendisi unutulmuş. Yani, yaprakların hepsi güzel, ama ağaç o kadar güzel değil. En iyi hikaye, Angelina Jolie'nin döktürdüğü hikaye.

dark city

The Dark City (Alex Proyas)=3

Türün klasikleri arasına girmesine rağmen, senaryosuyla hayli zorlama duran, fakat atmosferiyle izleyiciyi büyüleyen bir film. Matrix ve Truman Show'dan farklı olarak yaptıklarını 'gizlemesi' ve film boyunca ayakta tutmaya çalıştığı gerilimin içerik olarak içinin boş olması filmi türün babalarından ayırıyor. Proyas'ın biçime bu kadar yüklenmesinin arkasında bunu içten içe hissetmesi neden olmuş olabilir mi? Filmin en akılda kalıcı sahnesi elbette duvarın yıkıldığı sahne.

audition

Audition (Takashi Miike)=3,5

Düşünsenize, evlenmek istiyorsunuz ve evleneceğiniz kadını -bu yaştan sonra- nasıl bulacağınız da kafanızı kurcalıyor. Sonra aklınıza bir fikir geliyor. Arkadaşınızın başında olduğu oyuncu seçimlerine katılan kızları, hem dosyalarından incelemek, hem de görünüşlerine bakabilmek! Tanrı'nın yarattığı dünyaya deneyler yaparak burnunu sokan bilim adamlarının başına Hollywood'ta ne geliyorsa; Asya'da da kestirmeden gideyim diyen Miike karakterinin başına da o geliyor. Durun, o gelmiyor, daha beteri geliyor! Sinema tarihinin en güzel işkence sahneleri bu filmde.

funny people

Funny People (Judd Apatow)=3

Markette çalışan, parası yetmediği için yarı-ünlü arkadaşının salonunda yaşayan, kızlarla arası hiç iyi olmayan bir karakter yarattığı için bile Apatow'a hayranım. Çünkü onun kadar mütevazi ve onun kadar geldiği yeri unutmayan başka biri yok. Ölümden dönen ünlü komedyenin eski karısıyla tekrar biraraya geleceğine bizi inandırdıktan sonra, çaktırmadan aile kurumunu baş tacı eden ama bir taraftan da gramer bozan biri o... Ben Apatow'un filmlerinde hayatın güzelliğini ve komik erkeklerin sıradan, mütevazi dünyalarını görüyorum ve bu dünya beni büyülüyor.

fly

Fly (David Cronenberg)=4 

Cronenberg, tüm ilgi alanlarını böylesine aynı kapta birleştirmeyi ilk kez bu kadar net bir şekilde başardı herhalde. Sineğe dönüşen bir adam gerilimi sürekli ayakta tutarken; Cronenberg ayan beyan kendini bir halt sanan rasyonel-güçlü-dominant erkeği bir güzel yapısökümüne uğratıp, hiç istifini bozmadan feminist bir film çekiyor. Yaşasın parçalanan organlar!

hamam


Hamam (Ferzan Özpetek)=3,5

Bu, bir İtalyan'ın İstanbul'a olan yolculuğu değil; bir batılının doğuya olan yolculuğu... Özpetek'in, derdini anlatırken objektif olmak istemediği ortada. Francesco'nun adeta binbir gece masallarında aklını kaybetmesi, şaşırıp kalması için elinden geleni yapıyor. Batıyı tam da alışılageldiği gibi fazla rasonel ve dolayısıyla hissiz, doğuyu da hayli kaosvari bir şekilde düşsel ve duygusal tasvir ediyor. Francesco bu diyonizyak topraklara geldiğinde içindeki dünyayı ve kimliğini, nasıl biri olduğunu keşfetmeyi başarıyor. Francesco'nun annesi ve karısı üzerinden anlatılan ve iç içe geçmiş daireleri andıran ilişkiler; kültürler, kimlik ve aidiyet üzerine çok dolu şeyler söylemeyi başarıyor.
  

team america: world police

Team America World Police (Trey Parker)=5

Trey Parker ile Matt Stone, South Park'ın aksine kendilerinden beklenmeyen bir işe girişiyorlar: klasik gramerde bir film çekmek... Dikkat ederseniz başından sonuna bir Hollywood filminden aşina olduğumuz her şey mevcut filmde; hem de harfi harfine! Tamamen Hollywood klişelerinin 'içinden' bir 'yapısöküm' söz konusu bu sefer. Buradaki hayran bırakan yaratıcılık da bu zaten: nasıl bu kadar gramere uygun film çekip, bir o kadar aykırı ve şaşırtıcı olunabilir? Baron Cohen bunu başaramıyor örneğin.

the dog day afternoon

The Dog Day Afternoon (Sidney Lumet) =5

Bankaya sıkışıp kalmış, bir nevi kapana kısılmış iki banka soyguncusu ve bankada çalışan görevliler... Soyguncular Vietnam Savaşı'nı yaşamış gaziler. İşler ters gidip içeride kalakalınca Al Pacino'nun canlandırdığı karakter dışarıdaki görevlilere kendilerine uçak ayarlanmasını istiyor. Uçak işi garanti olunca uçacakları bir yer bulmaya çalışıyorlar ama akıllarına gele gele Fas geliyor (soygunculardan biri bir ülke sandığı Wyoming'in adını bile veriyor). Bir de soygunun nedeni var tabii. İçinde eşcinsel evlilik, Vietnam Savaşı, medyanın ve toplumun tutumu, kaybedenlerin/ alt kesimin kurduğu hayaller ve kapkatı bir devlet eleştirisi bulunan bu filmde, müthiş oyunculuğuyla Al Pacino ve yarattığı enfes atmosferle Sidney Lumet var. Enfes.

the day the earth stood still

The Day the Earth Stood Still (Robert Wise) =3

Hani futbolda üstün yetenekleri olmayan ama görevini çok iyi yapan oyuncular vardır, onlara "görev adamı" denir. Robert Wise'ın bu filminin bana çağrıştırdığı şey tam da bu. Tıkır tıkır işeyen senaryo, hep kısık ateşte süren taze gerilim, ayakta tutulmaya çalışılan merak duygusu ve filmin mütevazi/ anlamlı mesajı. Günümüzün tüm bilim kurguları büyük oynamaya hevesli, oysa mütevaziliğin kazandıracağı çok şey var.

incir reçeli

İncir Reçeli (Aytaç Ağırlar) =2

Bu, yazar olup filmin sonuna kitabıyla damga vuran filmler furyasını başlatan film hangi film acaba? Baş karakter yazarsa ve filmin başında doğru düzgün bir şey yazamamışsa, bu karakterin filmin sonunda filme adını da veren bir kitap yazacağını biliyoruz. Birinci sıkıcılık burada. İkincisi aids'li kızımız öldükten sonra olanlar sizi hüzünlendiriyor mu yoksa güldürüyor mu? İncir reçelini sevmemenize rağmen, sevdiğiniz kız öldükten sonra, dolabın tamamını incir reçeliyle doldurmaktan anlamamız gereken şey nedir? Böyle bir ahmaklığın aşkla özdeşleştirilmesi, doğrusu aşkın en anlamlı tarifiymiş gibi geliyor.

deconstructing harry

Deconstructing Harry (Woody Allen) =4

Woody Allen derin derin sinema üzerine düşünen biri değil. Düşünceleri ve fikirleri sinemanın bizzat kendisinden yola çıkmıyor; kendiliğinden, Woody Allen'ın kendinden yola çıkıyor ve sonra sinemanın kendisiyle yoğruluyor. Birçok iyi yönetmenin aksine, sinema onun için bir "yaşam kaynağı". Örneğin sinemadan başka bir şey bilmeyen ve sinemayı elinden alsanız iki çift laf edemeyecek olan Tarantino için bile, sinema yaşam kaynağı değil, o yaşamın sadece tezahürü. Oysa Allen, nerdeyse nefes alır gibi film çekiyor ve bu filmlerin hemen hemen çoğu vasat olmakla vasatın altında olmak arasında gidip gelen filmler. Çünkü sinemayı "iyi film çekmek" olarak gören biri değil Allen, sadece nefes alıp verilen bir yer onun için sinema. Haliyle, film olarak izlediğimiz hemen her "şey", aslında bizzat onun yaşam fragmanlarına eşit. Böylece bu filmin anlamı da daha da artmış oluyor. Kendi geçmişi ve gelişimiyle ilgili kendini acımasızca yargılayabilen ve bu sefer bunu gerçek bir sinema diliyle yapmayı başaran ve filminin sonunda olduğu gibi alkışı hak eden bir Woody Allen var ortada. Kötü filmlerini Allen'ın "eskizleri" olarak, iyi filmlerini de "gerçek eserleri" olarak görmek, biz izleyenlerin yapması gereken şey olmalı.

crash (cronenberg)

Crash (David Cronenberg) =5

Hayatım boyunca 500 film izlediysem, en sevdiğim üç filmden biridir Crash. Cronenberg'in yeteneğinin insan-üstü bir pozisyona evrildiği, J. G. Ballard'ın muazzam eserinden uyarlama, oyunculukların tavan yaptığı ve sinemanın büyüsünün hemen her saniye hissedildiği bir film. Crash, yaptığınız ilk doyurucu seks, gördüğünüz ilk güzel yer, gittiğiniz ilk enfes konser gibi, sizde müthiş duygular uyandırmış ne varsa, hepsinden fazlasını sunuyor. Renkler, müzikler ve görüntüler de cabası... Bunun adı sinema değil, bunun adı büyü.

wedding singer

The Wedding Singer (Frank Coraci) =3 

Zihniyet dünyama bomba koyan, verdiği mesajla ve çizdiği karakterlerle üç gün üç gece kusmama neden olan bir "rezillik" bu film. Rezilliği tırnak içine alıyorum, çünkü bir taraftan da hayli başarılı bir romantik komedi aslında. Düğün çalgıcısı-kıvırcık-uzun saçlı-bir-Adam Sandler'ın evlenmek için binbir takla attığını görünce toparlanmak güç oluyor ama karakterlere, filmin omurgasına ve esprilerine bakınca "ok ok anladım" deyip hiç olmazsa rahatlayarak bitiriyorsunuz filmi.

before sunrise + before sunset

Before Sunrise (Richard Linklater) =2

Adamla kadın trende tanışıp, aptalca bir fikre kapılırlar. Trenden inecekler ve hiç bilmedikleri bir şehirde 'bir gün' geçireceklerdir. "Sadece bir fikir" dediğim bazı filmlerden oluşan bir janr var, benim uydurduğum. "Hiç tanışmamış bir çift, birlikte, hiç bilmedikleri bir şehirde vakit geçirseler ne olur?" sorusunu soran bu film, benim uydurduğum bu janra birebir uyuyor. Şüphesiz bu filmin sayısız hayranı var ve insanlar bu filmde kendilerinden çok büyük şeyler görmeyi başardılar. Örneğin ekşi'de biri: "sevdiğimize daha fazla vakit ayırmamız gerektiğini öğrendim" yazmış. Bense hayatımın en sıkıcı filmlerinden birini izlemiş oldum. Çünkü bana göre bu film, sadece bir fikirden ibaret ve film olmaya çalışmış bir film. Allah aşkına, o iki karakterden biri siz olsaydınız ve memleketinize döndüğünüzde bu 24 saati arkadaşınıza anlatsaydınız, ne anlatırdınız? Her bir konuşmayı ve her bir gidilen yeri anlatmaya kalktığınızda arkadaşınız size "sonuçta ne oldu? seviştiniz mi?" veya "telefonunu aldın mı?" diye lafınızı kesecektir. Filmin her bir anından derin derin anlamlar çıkaranlaraysa lafım yok. Ne güzel işte, sinekten yağ çıkarmak büyük başarı...

Before Sunset (Richard Linklater) =2

Tamam itiraf ediyorum: Ethan Hawke'ın oyunculuğundan da, oynadığı karakterden de tiksiniyorum. Böyle bir karakterin sevilecek ne tarafı var doğrusu anlayamıyorum (bu karakteri beğenen kadınlar ise tüylerimi diken diken ediyor). Bir de üstüne, o olaydan sonra kitap yazmış, ünlü olmuş, sonra da diyor ki: "seni bulma şansım sadece buydu." Yapmayın allah aşkına, bu kadar ucuz bir numara var mı? O gece iki kere sevişmişler, hatırladınız mı? Duyduğumda bir kahkaha attığımı anımsıyorum. Demek o karakter sevişebiliyormuş. Sinema nelere kadir.