28 Aralık 2013 Cumartesi

Before Midnight

Before Midnight (Richard Linklater) 4

Serinin onar yıl arayla çekilen ilk iki filmini dünyada sevmeyen tek kişi olarak bu filmde pes etmemin çok bariz nedenleri var. Birincisi ekip, iki filmin bir araya gelip de kör topal becerebildiği şeyi burada büyük bir maharetle başarıyor. Geçip giden hayatı ve her geçen gün üzerimize yapışan sorumluluklarımızı karakterlerin üzerinden ‘hayat gibiymiş’ gibi yapıp ıskalayan ilk iki filmin aksine; burada filmbüyük bir kararlılıkla ve bir döngüyle buna odaklanıyor. Havaalanına bırakılan çocuk akşam arıyor, arabada konuşulan iş konusu yemekte tekrar açılıyor, ikizler uyurken yenen elmanın hesabı beş dakika sonra soruluyor. Burada ilk iki filmde ‘akıp giden’ ve benim yapay bulduğum bir dünyadansa daha ‘hayat dolu’ ve daha gerçekçi bir durum söz konusu. Ve kim ne derse desin, sona saklanan muhteşem kavga sahnesi olmasa “eh” olabilecek film adeta aksiyon filmlerine taş çıkaran bir noktaya evriliyor. Sadece böyle akıl dışı bir diyalog yazabildikleri için Hawke, Delpy ve Linklater üçlüsünü ne kadar övsek az… Aşk değil de ilişkinin ne olduğunu merak edenlere çağ atlatacak bir film denilebilir Before Midnight için.

Blue is the Warmest Color

Blue is the Warmest Color/ Mavi En Sıcak Renktir (Abdellatif Kechiche) 5

Birbirini seven bir çiftin olduğu her filme ‘aşk filmi’ diyoruz. Ve evet, bu filmler aşk filmleri olmasına ragmen aşkın binbir türlü halini anlatıyorlar. Örneğin “Blue…” da bir aşk filmi... Fakat sinema tarihinde aşk denilen hissi, bu kadar derinden, bu kadar iliklerimize işleyerek göstermeyi başaran az sayıda filmden biri olduğuna şüphe yok. Adele karakterine can veren aynı isimli Adele Exarchopoulos ciddi ciddi insan üstü bir performans sergiliyor. Bu kız, resmen oynamayı unutup hayattaki bu duyguları yaşamış hepimizden bile daha çok ‘biz’ oluyor. Tunuslu yönetmen Abdellatif Kechiche ise bu kadar yoğun hisler barındıran filmi çekerken, kamerasını mümkün olduğunca sinemasal yapaylıktan uzak, ama bir o kadar hayata yakın tutarak yine akıl kaçırtacak bir iş çıkarıyor. Bu filmde büyüleyici bir doğallık, inanılmaz bir gündelik hayat sıradanlığı ve yoğun bir gerçekçilik var… Filmin hikayeyle hiçbir derdinin olmaması (iki kız birbirine aşık olur), bir ‘şey’ anlatmaya zerre yeltenmemesi, fakat buna ragmen bu kadar unutulmaz bir işin ortaya çıkması, nereden bakarsanız tuhaf bir durum. Böylece Kechiche ‘gelmiş geçmiş en iyi aşk filmleri’ listesine bodoslama dalacak bir film armağan etti sinema dünyasına. Hepimize hayırlı olsun.

15 Kasım 2013 Cuma

Looking for Eric

Looking for Eric/ Hayata Çalım At (Ken Loach) 4

Düşünün, zamanında büyük hatalar yapmış ve bunun üstesinden gelemeyen, gün geçtikçe de mutsuzlaşan ve içe kapanan birisiniz. Sizi bu hayli kötümser dünyadan çekip çıkaracak bir kahraman arıyorsunuz. Ken Loach, bunu, futbol hayatının en önemli anının attığı bir gol değil de yaptığı bir asist olduğunu söyleyen Eric Cantona üzerinden anlatıyor. Cantona olağanüstü bir futbolcu değildi, ama risk almayı seven, taraftarı düşünen, ‘kendisi’ olmayı başaran, futbol tarihinde pek benzeri görülmemiş biriydi. Onu en iyi anlatan tanımın ‘kusurlu dahi’ olması bile hayli anlamlıdır. Hayatın zorluklarını; paslaşarak, birbirini düşünüp birbirine destek olarak, risk alarak aşmayı Cantona üzerinden anlatan Loach’un da, bir bakıma Cantona’nın kendisine verdiği pası gole çevirdiğini söyleyebiliriz. Filmin yapmacıklıktan uzaklığı ve günlük hayatın içinden olmayı başarması ise kendisini değerli yapan en iyi noktalardan biri.

20 Ağustos 2013 Salı

Take Shelter

Take Shelter/ Sığınak (Jeff Nichols) 3,5

Ana karakter korkunç bir kıyamet kabusu görüp duruyor. Bu kabusları görmeye devam eden karakterin “deliriyor muyum acaba?” diye kendini sorgulamaya başlaması, bunun üzerine kitaplar okuyup, psikoloğa başvurması bile bence büyük öneme sahip. Çünkü bu hamleler, özellikle karakterin annesinde mental hastalığın bulunduğu da düşünüldüğünde izleyiciyi şizofrenlik/ paranoyaklık gibi hastalıkları düşündürtmeye zorluyor. Bir noktada, bu kadar yatırımdan sonra “kıyamet gerçekleşecek herhalde” diye düşünüyorsunuz, ama bunun farkında olan Nichols, hiç olmazsa sahte finalle attığı ‘fake’ ile durumu çok iyi kıvırıyor. Erkeğin/ baba olmanın yükü ve aileyi bir arada tutma çabasının da ayrı bir okumaya tabii tutulacağı film Shyalaman filmlerini anımsatıyor.

Micmacs a tire-larigot

Micmacs a tire-larigot (Jean P. Jeunet) 2,5

Yapısı “Micmacs” gibi olan filmlerle sorunum var. Çünkü bu filmler dertlerinin ne olduğunu, hikayelerinin gideceği yönü ve finali önceden seyircisine sunuyorlar. Başlangıçla son arasındaki koca bölümse bir nevi eğlenceden oluşmak ve seyircisine iyi vakit geçirtmek durumunda. Oysa “Micmacs”te benim hissettiğim uzun soluklu bir sıkıntı hali… Jeunet’ye, yönetmenler arasında apayrı bir kontenjan açmışlığım ve büyük bir hayranlığım var. En kötü filmlerinin bile muhteşem bir atmosferi olduğu su götürmez bir gerçek. Ama kendisinin çocuksu/ masalsı gerçekliği değil de, gerçekliği masalsı/ çocuksu şekilde anlattığı filmlerini daha çok seviyorum. Bu yüzden de “Kayıp Nişanlı”, “Kayıp Çocuklar Şehri”nden çok daha iyi bir filmdir benim için.

Killing Them Softly

Killing Them Softly (Andrew Dominik) 3

Filmin en iyi yaptığı şey, Scorsese’de bile öyle çok görmediğimiz şekilde, suç filmi janrının içinde veya dışında değil, sınırında büyük bir soğukkanlılıkla gezinmesi… Bu yüzden de, Brad Pitt gibi bir ikonun oynamasına rağmen film olabildiğince düzgün, bir yere sapmadan, olması gerektiği gibi, hiçbir şaşırtıcı an barındırmadan, ‘fake’ atmadan, tıkır tıkır ilerliyor. Dominik baya çaktırmadan sanat sinemasının sularında geziniyor aslında. Ama bu kurulan muhteşem dünyanın fonuna neden bu kadar keskin ve açıkça çocukça bir politik mesaj koyulma derdine düşülmüş, anlamak mümkün değil. Hele Brad Pitt’in Obama’nın konuşması üzerine attığı o üç cümlelik kısa nutuk filmi tepe taklak edip bildiğin kendi ayağına kurşun sıkıyor.

Scott Pilgrim vs. the World

Scott Pilgrim vs. the World (Edgar Wright) 3

Kesinlikle izlediğim en tuhaf filmlerden biri… Filmin tamamına, dövüş oyunlarının konsepti hakim (adından da anlaşıldığı gibi), ama tema özellikle gençlikte büyük bir sorun olan sevgilinin eski sevgilileriyle olan ilişkileri ve bunun sevenin bünyesindeki etkileri üzerine. Eski sevgili daha yakışıklı/ zengin/ entelektüel bir çocukla mı çıkmış, hatta lezbiyen olmaya karar verdiği bir dönem kızlarla mı yatmış; tüm bu geçmişin hayaletleriyle cebelleşmek, onlarla savaşmak mefhumlarını, film mecazdan “gerçeğe”, son derece absürd bir gerçeğe çevirerek hayli ilginç bir işin altına giriyor. Filmin dezavantajı yarattığı atmosferin ve mizah anlayışının çok başarılı olmasının yanında gereksiz uzunluğu ve aynı minvaldeki tekrarları… Bu mizah anlayışına ihtiyacımızın olduğunun da altını çizmekte fayda var.

Red State

Red State/ Şeytan İni (Kevin Smith) 3,5

Kevin Smith’in bu hiciv dolu filmi Amerika’yı bırakın eleştirmeyi onu hiç yumuşatmadan ölümüne yargılıyor. Öyle bir yargılama ki bu, neredeyse filmdeki radikal dindarların öfkesine eşit… İnternetten buldukları kadınla üçlü seks yapmak isteyen gençler; onları tuzağa düşüren, akıllarını ciddi ciddi yitirmiş korkunç yobaz dindar bir tarikat; olayın üstesinden gelemeyen ve masum insanların ölmesine kendi refahı için göz yuman yozlaşmış emniyet teşkilatı ve eşcinselliğin bastırılmışlığıyla ruhsal dünyasını her geçen gün kaybeden bir toplumun histerisi… Smith’in ustalığı, tüm bunları sinema gramerine mahkum etmeden, kafasına estiği doğallıkta, acımasızca (ve biraz da hınzırca) seyircisinin önüne boca etmesinde. İzleyici, kafasındaki iyiler/kötüler dualitesinin filmde işlemediğini anladığı anda pes ediyor ve filmi belgesel havasında izliyor.

Prometheus

Prometheus (Ridley Scott) 2


İzleyiciyi sürükleyecek mis gibi konu bulmuşsun, gelmiş geçmiş en iyi bilimkurgu filmlerini çekmişsin, arkana sinemanın günümüzde iyice ilerlemiş görsel gücünü de almışsın… İyi ama bu kötü, sığ, klişe karakterler; bu hiçbir halta yaramayan senaryo da neyin nesi? Misal Charlize Theron’un canlandırdığı karakter filmde olsa ne olur, olmasa ne olur? Koskoca mürettebatta hala ilkokul çocukları gibi mızmızlık çıkarıp, trip atıp, yolunu kaybedip ölen karakterler yaratmak açıkçası büyük bir maharet gerektiriyor artık. Filmin görselliğini ise havai fişek gösterisi izler gibi izliyoruz, filmden ayrı bir teknolojik vaka olarak. Prometheus’un en büyük hatası, en beylik ve temel sinemasal görevlerini yerine bile getirmeden büyük oynamayı istemesinde yatıyor. Geriye “dağ fare doğurdu” diyebileceğimiz bir hüsran kalıyor.

20 Haziran 2013 Perşembe

The Future

The Future/ Gelecek (Miranda July) 2,5

En nihayetinde orta yaş bunalımı, geçmişinden memnun olmama, ilişkinin rutinleşmesi vb. temaları anlatmanın derdine düşmüşsünüz. Bu temaların yıllardır gani gani kullanıldığını da biliyorsunuz. Eee, şunun şurasında "bağımsız", "yaratıcı", "zeki" yazar/ yönetmen olarak nam saldığınıza göre, kendinize has bir üslup tutturmanız da gerekiyor. Böylece anlatıcı kediler, zamanı durduran kişiler, konuşan dolunaylar yaratıyorsunuz. Garip ve "farklı" bir film çektiğiniz kesin; ama bu üslup çabası, öylesine yapmacık ve eklenti duruyor ki, izleyici filme olan samimiyetini yitiriyor. Sanırım Miranda July'nin en büyük sorunu, kendi kendisine biçtiği role fazla kapılması. Bu haliyle çok zeki olduğunu bilen ve bunu vurgulamaktan çekinmeyen sınıfın şımarık kızı gibi duruyor.

26 Mayıs 2013 Pazar

Ruby Sparks

Ruby Sparks (J. Dayton & V. Faris) 2

Ruby Sparks, yazarlık meselesiyle ilgilenen hemen her eserde olduğu gibi gerçeklik/ kurgu ikilisi ile özgürlük gibi temalara değinen bir film. Bir yazar, kurguladığı karakterin gerçekleştiğini görüyor ve olaylar gelişiyor. Bir kere bu tema oldukça klişe artık. Bu saatten sonra yeni bir kurguyla yola çıkılması gerekirken, film bilindik ne kadar yol varsa sanki inadına oraya giderek kendini basitleştiriyor ve yaratıcılığı varsa bile yok ediyor. Üstelik sonlara doğru senaryo öylesine ne yapacağını şaşırıyor ki, film komik bölümlerden oluşan fazlasıyla çocukça hamlelere başvurmakla kalmıyor; gerektiği yerde bitmeyerek, zaten pek bir halta yaramayan mesajını iki kat kötü hale getiriyor. “Little Miss Sunshine”ın yönetmenlerinin böylesine kötü bir projeye girişmeleri gerçekten şaşırtıcı. Hele daha yakın zamanda “Stranger Than Fiction” gibi çok başarılı bir film yapılmışken. Zoe Kazan’ın kırık fırın ekmek yemesi gerektiğini belirtmeden geçmeyeyim.

19 Mayıs 2013 Pazar

Dog Soldiers

Dog Soldiers/ Köpek Askerler (Neil Marshall) 4

Marshall’ın derdi kimi korku/ gerilimlerdeki gibi, korku unsurunu belli süre göstermeyerek, izleyiciyi bu noktaya kadar diken üstünde tutmak değil. Zira filmin adından da, afişinden de izleyiciler neyle karşılaşacağını daha başından biliyorlar. Belki de sırf bu yüzden Marshall gerilim yaratmada bu kadar maharetli biri. Bize olacakları peşinen söyleyip, bütün yatırımını filmin yönetmenliğine harcıyor. Bir grup asker arasında geçmesi, karakterlerin kapana kısılması ve baş rolün kurtulmasına rağmen aslında kurtulmaması gibi nedenlerle Carpenter’ın “The Thing”ini hatırlatan film, senaryosuyla da hayli sağlam iş çıkarıyor. Demek ki sonraki başyapıtı “The Descent” tesadüf değilmiş.

Splinter

Splinter/ Kıymık (Toby Wilkins) 3

Nereden geldiği belli olmayan ve ona buna bulaşarak hayatta kalan yaratık fikri korku/ gerilimin yegane türlerinden… Splinter türe yeni bir şey ekleme derdinde değil; tuhaf oyunlara, izleyiciyi şaşırtacak virajlara bir gram olsun girmemesinden belli… Senaryosuna eklediği en işe yarar nokta, “öyleymiş” gibi görünen karakterlerin film ilerledikçe “öyle olmadığını” bize göstermesi. Yaratıklarının ilgi çekiciliğine yatırım yapmışlar gibi duran halleriyse olsa olsa komik. Her şeye rağmen eli yüzü düzgün bir film olduğu da ortada. Ama ben böyle eli yüzü düzgün vasat filmlerden ziyade, son derece uçuk ama kötü olan filmleri daha çok seviyorum.

Karadedeler Olayı

Karadedeler Olayı (Erdoğan Bağbakan) 2,5

Bizdeki korku sinemasının çektiklerini dünyada kimse çekmiyordur herhalde. Batı sinemasından pratik olarak etkilenmek hayli mantıklıyken işin teori tarafına kendi kültürümüzden yatırım yapmamak açıkçası büyük ahmaklık. Hasan Karacadağ adeta işin bu kısmını Türkiye’de tek başına sırtlamış götürüyor. Bu film hiç olmazsa kültürümüzde nereye gitsek duyduğumuz ve hepimizin aşina olduğu bir hikayeyi/ cin hikayelerini, eskimiş bir teknikle ve son derece başarısız bir şekilde de olsa, gayet korkutucu bir şekilde anlatmayı başarıyor. Hemen herkesin dilinde olması, gerçekliğinin araştırılması ve tartışmalara konu olmasıyla bile başarılı bir proje olduğunu kanıtlıyor bence film. İlerde iyi filmler de çekilecek, panik yapmaya gerek yok; ama böyle “kötü” olan iyi filmler bu yolu açıyorlar. Çok gerçekçi olup filmi yerden yere vuranlar haklılar belki ama sadece haklılar.

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Moral Bozukluğu ve 31

Moral Bozukluğu ve 31 (Yorgancıoğlu, Uyanık, Kılıç) 3 

Bu film neden önemli? Birincisi başka bir kültür ve zihniyete atıfta bulunduğu için. İkincisi, Türkiye’de pek olmayan bir mizah anlayışına sahip olduğu için. Üçüncüsü, yenilikçi ve kendinin farkında olduğu için. Vermek istediği mesaj, bunu kullanma biçimi ve hikâyesinin hiç de zorlama olmamasıyla; bu kuşak için çok önemli ve hayırlı bir iş çıkarmış ekip. Türkiye’de bu cesarete sahip yaratıcı beyinlerin artmasına vesile olur diye düşünüyorum. Filmde geçen o meşhur replikte olduğu gibi: “Artık bir şeylerin değişmesi lazım.” Ekşi’de bazılarının Roger Ebert kesilip filmi Jurassic Park’mış gibi ciddi ciddi eleştirdiğini gördüm. Bu filme “ciddi” yaklaştığınız an komik duruma düşülüyor. Eğlenmek denilen şeyden bu kadar habersiz bir kesime rastlamak da keyifli…

God Bless America

God Bless America (Bobcat Goldhwait) 2 

Filmin ortalarında bir yerde, adamla çocuk hayattaki nefret ettikleri yığınla şeyi sayarken, içimizde filmin boyut değiştireceğine dair bir umut beliriyor. Oysa oralara zerre girmek istemiyor Goldhwait. Onun derdi, toplumun kokuştuğu, bir çok değerin kaybolduğu ve insanların artık birbirine yabancılaştığı bu (Amerikan) toplumu eleştirmek. Bu tek yönlü ve kategorik eleştirinin varacağı nokta ise kabaca cahillik ve muhafazakârlık oluyor. Filmin mesajına katılsanız bile bu böyle. Goldhwait’in en büyük hatası, hikayesinin derinlik barındırmaması ve kolaya kaçması. Ders alması gereken ve denediğini mükemmelen gerçekleştirmiş iki filmse şunlar: “Natural Born Killers” ve “Dogville.”

Celal ile Ceren

Celal ile Ceren (Togan Gökbakar) 2,5 

Kim ne derse desin, Şahan kardeşlerin en iyi filmi bu. Recep İvedikler kendini sürekli tekrar ettiğinden ve doğru düzgün bir konu etrafında dolanamadığından izleyiciyi acayip sıkıyordu, “Celal ile Ceren” ise belli bir temaya sarılıp oradan gitmeyi kendine dert ediniyor; ama bu konuda o kadar gönülsüz ve durduk yere şaka yapmaya o kadar iştahlı ki, o tema etrafında dolaşırken her şeyi kırıp döküyor, bu kırıp dökmelerde ise kendi kendine çocuk gibi eğleniyor. Dolayısıyla Şahanlar’ın formülü çok açık: o tali yollara, ne kadar isterlerse istesinler girmeyecekler, kendilerini tutacaklar. Komik olmalarında hiç sorun yok, çok komikler; ama iyi film yapmak için “sevdiklerinizi öldürün” mottosu hala geçerli.

Orgazmo

Orgazmo (Trey Parker) 2 

“Orgazmo”, bizim sinemamızda Cem Yılmaz ve Şahan Gökbakar’ın filmlerinin dertlerinin aynısını taşıyor. Trey Parker’ın “dinine bağlı bir Mormon porno yıldızı olursa ne olur?” diyerek yola çıktığı ve bu fikirden etkilendiği belli. Yer yer küçük skeçler halinde izlendiğinde, komik olan bir sürü sahnesi de mevcut elbette; gel gelelim, filmin “oldubitti” havası, özensizliği, bütünlükten yoksunluğu filan bir türlü aşılamayan en büyük sorunlardan… Geneline baktığımızda hiç eğlendirmediği gibi bir noktadan sonra genişleyemediği için sıkıcılaşmaya başlıyor. Parker da sanki bile isteye B sınıfı film çekmek istemiş gibi duruyor… B sınıfı belki ama iyi bir B sınıfı değil.

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Eternal Sunshine of Spotless Mind

Eternal Sunshine of Spotless Mind/ Sil Baştan (Michael Gondry) 5 

“Aşk nedir?” sorusuna bu kadar iyi bir cevap verildiğinde tüm sinema camiası şoke olmuştu. Çünkü “Eternal Sunshine” aşkı hem bir doktorun soğukkanlılığıyla madde madde anlatan, hem de o soğukkanlılığın içine çok net bir duygusallık koymayı başaran bir film. Gondry’nin bu senaryoyu bu kadar ‘içerden’ anlayabilmesi filmin başyapıt olmasını sağladı. Filmin uzam ve zaman arasındaki geçişleri bunun en mükemmel göstergesidir. Tersine lineer ilerlemesine rağmen, bağlantı noktalarının duygusallıkla sağlanması; ana karakterlerin yanında, yan karakterlerin de bir o kadar ön plana çıkması ve ana metne hizmet etmesi gibi daha sayabileceğimiz yığınla nedenlerden dolayı, modern zamanların en iyi filmlerinden biri olmayı başardı bu film. Kusur bulmaya çalışsanız, büyük ihtimalle bulamazsınız; o derece!

Los cronocrimenes

Los cronocrimenes (Nacho Vigalondo) 3,5 

Zaman kurgusuyla ilgili filmler arasında Vigalondo’nun filminin haklı bir ünü var. Bir Amerikalı çekse, işin içine aksiyon koymadan edemezdi herhalde ama bir İspanyol’un kafası hiç öyle çalışmıyor belli ki. Hep merak unsuru taşıyor, esrarengizliğiyle izleyicisini kendine bağlamayı başarıyor, ama bir taraftan da sessiz sessiz, olabildiğince durağan akıp gidiyor film. Başrol oyuncusu Karra Elajelde de bunun bilinciyle, son derece “sakin” bir performans sergiliyor. Zaman ve gelecek kurgulu filmler arasında, Los Cronocrimenes’nin, yarattığı bu durağan gerilimle ayrı bir yere sahip olduğunu söylemek mümkün.

A l’avanture

A l’avanture (Jean Claude Brisseau) 2 

Brisseau’yu “Secret Things”ten biliyorum, ki Kıssadan Hisse’ye filmi öve öve bitirmediğim bir ileti koymuşluğum da var. Ama büyük ihtimalle o film de çok iyi bir film değildi, bu filmi izleyince fark ettim. Fransızlar’da bir şeylere ilgi duyunca onu sebepsiz yere sömürme gibi bir huy var. Belki derin derin düşünüyorlar bu konu hakkında ama iş sinemaya gelince bunun yansıması hiçbir halta yaramıyor. Bu filmde de yine kadın cinselliği, fantezinin peşinden koşma ve gerçekliği arama gibi temalar mevcut, fakat sadece mevcut. Hiçbir sinema yapısının içinde yer almıyorlar ve öylece salınıyorlar. Catherine Breillat filmlerini anımsatan bu durum hiç de hayra alamet değil bu yüzden. Yine de Brisseau filmlerini izlemek keyifli, onu da belirtmek lazım.

Saw serisi

Saw (James Wan) 3 
Saw II (Darren L. Bousman) 2,5 
Saw III (Darren Lynn Bousman) 3 
Saw IV (Darren Lynn Bousman) 2 


Aslında Saw serisi için de her zamanki söylemin geçerli olduğunu söyleyebiliriz. “İlk film çok iyiydi, sonrası fena değildi, sonra temelli saçmaladılar.” İlk filmin böyle bir seriye gebe olma potansiyelini düşününce bile, başarısını görmezden gelmemek lazım. Ama bana kalırsa ikinci film üçüncü filmden daha kötü. Üçüncünün, serinin ilk filmine gidiş gelişleri ve o filmle birlikte sağladığı dinamizm hiç fena değil. Dördüncü filmden sonra Saw serisinin kendi kendini bitirmeye başladığını görüyorsunuz. İnandırıcılık o kadar zorlanıyor ki, bir müddet sonra tüm olanlara “film abi, eğlenmene bak” diyemiyorsunuz. Sonuçta biz de iyi kötü rasyonel varlıklarız, aşırı saçmalanınca bünyemiz kabul etmiyor.

Twilight Serisi

Twilight (Catherine Hardwicke) 3
Twilight: New Moon (Chris Weitz) 2,5 
Twilight: Eclipse (David Slade) 2 
Twilight: Breaking Down 1 (Bill Condon) 1,5 
Twilight: Breaking Down 2 (Bill Condon) 1,5 

Twilight serisiyle ilgili, seriyi izlemeye midesi yetmiş kişilerden ortak bir görüşe ulaştım: İlk iki filmin fena olmadığını, ama sonraki üç filmin, hele son ikisinin berbat olduğunu söylüyorlar. Çocuklara hitap etmektense, ergenlere hitap etmesi nedeniyle, izlerken yer yer “ne yapıyorum lan ben?” hissi uyandırsa da, galiba ben de bu yoruma katılıyorum. İlk filmlerin iyi olması elbette başlangıcı anlatması nedeniyle hem basit hem de tutarlı bir yapı içermesinden. Oysa sonra, serinin yaratıcıları senaryonun temel dinamiklerinden o kadar kopuyor ve filmleri öyle korkunç basitlikte şablonlara hapsediyorlar ki, biz izleyiciler kendimizi adeta aptal yerine konulmuş hissediyoruz. Twilight serisi için kısaca, ergenlerin fantezilerini anlatan, kimsenin ölmediği, yaralanmadığı, herkesin mutlu olduğu bir masal demek mümkün.

7 Nisan 2013 Pazar

Collector/ Collection

Collector (Marcus Dunstan) 3,5
Collection (Marcus Dunstan) 2

Collector, insanı gerim gerim geren, izleyicisine gerçekten sıkı bir sinema deneyimi yaşatan, eli yüzü düzgün, gayet güzel bir korku/ gerilim filmiydi. Saw'un yaratıcılarından böyle bir şey beklemek de zaten boynumuzun borcu olmalı. Gel gelelim aynı şey maalesef serinin ikinci filmi Collection için geçerli değil. Bir kere film "psikopat katil" yorumunu fazla normalize edip kendi ayağına kurşun sıkıyor. Baş roldeki karakterlerle sizce de biraz fazla özdeşleşmiş olmuyor muyuz? Hem katili sürekli dayak yiyen sıradan birine çevireceksin, hem de baş roldeki adamı tekrar tekrar oyuna dahil edeceksin. Çok da rasyonel bir tercih değil bu açıkçası. Üstelik Collection'da manyağın neyi amaçladığı üzerine pek bir ipucu da verilmedi. Üçüncü filmi merakla bekliyor muyum? Hayır? Peki her şeye rağmen bekliyor muyum? Belki evet.

4 Mart 2013 Pazartesi

Heavenly Creatures

Heavenly Creatures (Peter Jackson) 4 

Peter Jackson birbirlerini çılgınca seven ve amaçları uğruna cinayet işlemeyi göze alan iki kızın hikâyesini anlatırken izleyicisinin üzerine bir sinema şöleni fırlatıp kaçıyor sanki. Bir ara “bu korkunç cinayeti işleyen kızları anlamak mümkün” dermiş gibi yapıyor. Çünkü kızların ilişkisinin sağlıklı bir yere gitmeyeceğini anlayan çevrenin bu arayışlarını öfkeyle karşılıyoruz (tam da bu arayışlar yüzünden kızların cinayete evrilmesi ise konunun paradoksa çıkmasına neden oluyor). Oysa onların kendi aralarında yarattığı inanılmaz dünyanın tasviri ilgilendiriyor Jackson’ı ve bu tasvir o kadar başarıyla yapılıyor ki, Jackson’ın bizzat taraf tutmaktansa ‘gerçeği resmetme’ (Türkçe ’deki, durumu müthiş özetleyen bir kelime) derdinde olduğunu anlıyoruz. Oyuncularının performansı olmaksızın hiçbir halta yaramayacak filmin iki genç oyuncusu Melanie Lynskey ve Kate Winslet çok iyiler, ama Lynskey, Winslet’a adeta tur bindiriyor.

Anatomy of Hell

Anatomy of Hell/Cehennemin Anatomisi (Catherine Breillat) 1 

Catherine Breillat’nın kadın erkek ilişkileri ve bizzat kadın üzerine söyleyeceği çok şeyi var, belli. Hatta o kadar çok ki söyleyecekleri, dediklerini birbirine karıştırıyor, ne dediğini unutuyor, bazen dediklerini çok da umursamıyor, sadece konuşuyor… Bunlar insanın kendiyle konuşması gibi, derdini kendi kendine anlatması gibi cereyan ediyor Breillat’nın filmlerinde. ‘Anatomy of Hell’ bu anlardan bolca barındırıyor. Hayatın anlamsızlığı, kadın bedeni, sahip olma, iktidar gibi temaların bir görünüp bir kaybolduğu filmin en kötü özelliği film olamaması. Breillat’nın bu yaptığına kısaca ‘fikir saçılması’, hadi onun sevdiği dilden söyleyelim, bir ‘fikir boşalması’ diyebiliriz. Elimizde sinema namına hiçbir şey bulunmuyor oluşunu takmasak da ‘lecture’ şeklinde sayıklanan fikirlerin bir orijinalliği de bulunmuyor. “O zaman Breillat ne yapıyor?” diye soracak olursanız aslında “kadınlık yapıyor”. Belki amacı da budur.

Away We Go

Away We Go/Uzaklara Gidelim (Sam Mendes) 2 

Bu filmin, Sam Mendes’in realist filmlerinin yanında daha naif ve iyimser kaldığı üzerine yorumlar okudum ve elbette bu yorumlara katılmıyorum. İçinde biraz şaka ve ironi olunca hayatın gerçekliği azalmıyor. Sanki Mendes realist bir filmin gerçeği anlatmada yetersiz kaldığını hissetmişçesine, daha realist bir filmin kara mizahtan geçtiğinin farkına varmış gibi. Fakat çiftin kendi akranlarından başlayarak insanların ve hayatın absürtlüğü ve anlamsızlığı üzerine bir ağıta dönüşen ‘Away We Go’, tüm bu “absürt hayattan nasıl kaçılır?” hikayesini “bu dünyaya çocuk getirmem” seviyesine indirgeyerek entelektüel donanımını da deşifre etmiş oluyor. Belki inanmayacaksınız ama ‘Revolutionary Road’un seviyesi de buydu zaten.

Rachel Getting Married

Rachel Getting Married (Jonathan Demme) 4,5 

Jenny Lumet’in senaryosu inanılmaz. Bağımlı genç bir kızın ve çocuklarını bir kaza sonucu yitirmiş bir ailenin (anne baba ayrılmış) hikâyesini Lumet, bu ana temalar üzerine kurmuyor; daha doğrusu hikâyeyi Rachel’ın evlenmesi üzerine inşa ederek, bu merkezin çevresine istediği gibi ve abartıya kaçmadan temaları serpiştiriyor. Bu kadar dramatik ve istismara teşne bir olay örgüsünü Jonathan Demme’nin aktüel kamera tercihi normalize ediyor, sıradanlaştırıyor ve bir bakıma izlediklerimiz sıradanlaştığı ölçüde daha da etkileyici hale geliyor. Oyunculukların ve mizansenin müthiş olduğu film bir senarist-yönetmen şovu adeta…

Saint Ange

Saint Ange/Kutsal Bakire (Pascal Laugier) 2,5 

‘Martyrs’ ve ‘Tall Man’ gibi başarılı iki filme imza atmış Laugier’in ilk filmini izlemek güzel bir deneyimdi. Filmin yönetmenin takıntılarını aynen yansıttığını görünce ister istemez sevinmeden edemedim. ‘Saint Ange’a bakınca Laugier’in kendini geliştirdiği bir gerçek. Örneğin ‘görünenin arkasındaki gerçek’ teması bu filmde de olmasına rağmen Laugier ‘twist’ anını geciktiriyor ve izleyicinin genel uyarılmışlık hali sona erdiği için final şaşırtıcı olmaktan çıkıyor. İzleyici, herhangi bir ‘perili ev’ filmi izlemediğini bilmiyor, ama yönetmen tarafından bilgilendirilmiyor da. Elde yaya yaya anlatılacak bir olay örgüsü bulunmayınca da hikâye enine gelişiyor ve sıkıcılaşıyor. Fakat her şeye rağmen Laugier izlemek çok büyük bir zevk.

A Nightmare on Elm Street

A Nightmare on Elm Street/Elm Sokağı'nda Kabus (Wes Craven) 2,5 

Wes Craven’ın olayı basit: kâbuslarınız gerçek oluyor. Mantığını da basit bir yere bağlamış: zamanında yakılarak öldürülmüş çocuk tacizcisi bir katil intikam için geri dönüyor. Gerisi tam bir görsel şov... Havada uçuşan ve tavanda sürünerek ölen genç bir kızı ağzımız açık izliyoruz örneğin. Esneyen duvarlar, ahizeden çıkan diller, küvetten çıkan eller filan, Craven’ın elindeki malzemeyi maksimum derecede iyi kullandığının kanıtı. Filmin bu kadar kült olması da bundan... Fakat her şeye rağmen finalde film duvara tosluyor ve bütünlükten son derece yoksun, amatörce debelenen son yarım saate mahkûm hale geliyoruz. Buradan şunu çıkarmamız mümkün: bu usta korku isimlerinin ‘korku sahneleri’ bazında hiçbir sorunları yok, ama tüm hikâyeyi bir film adına bütünlüğe ulaştırmada sorunları var. Onlara kalsa sadece cinayet sahneleri çekip huzura erecekler. Bu açıdan bakınca, ‘Elm Street’, ‘Suspiria’, ‘Friday the 13th’ ve ‘Halloween’ gibi en baba kültlerin en iyisinin tartışmasız ‘Halloween’ olduğunu söyleyebiliriz. En kötüsünün ‘Elm Street’ olduğu da çok açık.

Killer Joe

Killer Joe/ Katil Joe (William Fredkin) 3,5

Film kısaca şunu söylüyor olabilir mi: “böyle aileler de var!” Herhangi bir kara filmin aksine ‘Killer Joe’ biraz daha seviyeyi arttırıyor o kadar. Yine işler ters gidiyor, yine birileri sebepsiz yere ölüyor filan ama bu sefer Fredkin’in çabasıyla hayat ve gerçeklik denilen kavramlara daha yakın hissediyoruz kendimizi. Buradaki temel mantık ise şaşırma şansı kalmamış izleyiciyi mümkün olduğunca şaşırtmak. Film boyunca hiç görülmeyen annenin birden araba bagajında cesedini görmekten, 12 yaşında bir kızla gözümüzün önünde (alenen) sevişen bir katile kadar değişiyor bu şaşırtma oyunları. Otoriter şiddet, itaat ve aile kurumu üzerine bir sürü anlamlı mesajı olan filmin zayıf yönüyse ‘Bug’ınkiyle aynı: vermeye çalıştığı mesajın altında ezilmek!

Tucker and Dale vs. Evil

Tucker and Dale vs. Evil (Eli Craig) 2,5 

‘Ted’ hakkında yaptığım yorum bu film için de geçerli: muhteşem bir proje göz göre göre harcanmış. Başlarda, belki ilk 15 dakikada yeltendiği şeyi eli yüzü düzgün şekilde başarsa, film kendi alanının en iyilerinden biri rahatlıkla olabilirdi aslında. Fakat her zaman söylediğimiz “kendinizi bu kadar ciddiye almayın” yorumu, burada kendini şöyle gösteriyor: “ama biraz da kendinizi ciddiye alın.” Kendi içinde tutarlı bir absürtlüğün örneğin ‘Braindead’te ne kadar başarılı kullandığını hatırlayın. Craig’in burada kurduğu ‘inandırıcılıktan’ uzak dünya (önlemini aldığı bazı sahnelere rağmen) izleyicinin filme yabancılaşmasını sağlıyor. Filmin temelini kurduğu anlamlı mesaj ise maalesef havada kalıyor.

Friday the 13th

Friday the 13th/ 13. Cuma (Sean S. Cunningham) 3,5 

Bir kere film, gençlerin öleceklerini bilen izleyiciye şaşılası feykler atarak muazzam bir iş çıkarıyor. Örneğin ilk cinayeti bize hiç göstermiyor, “ne oldu bu çocuğa?” diye düşünürken, inanılmaz bir kaydırmayla ilk cesetle karşılaştığımız an nefes kesici. Gerilimin ayakta tutulması, cinayet sahnelerinin orijinalliği, Psycho’yu andıran şizofren katil numarası ve finalin yeterince doyurucu olması ‘Friday the 13th’ün neden kült haline geldiğini çok iyi açıklıyor. Tek ve en büyük sorun, Cunningham’ın katil görünmeden kurduğu atmosferin, katil göründükten sonra erimesi, hatta bizzat yok olması. Esas kızın katilden kaçtığı sahnelerin tamamı filmi baş aşağı ettiği için tüm hevesimiz kaçıyor ama olsun. Anne yüreği sonuçta...

Triangle

Triangle (Christopher Smith) 4 

Bir kere filmin mantık hatalarını dışarda bırakarak söze başlayalım: Çocuğunu kaybetmiş bir annenin, üstelik kötü bir anne olduğunu düşünen bir annenin Ölüm’le sorununu halledememesi üzerine bir film ‘Triangle’. Tüm aksiyon/gerilim numaralarının, kafa karıştırıcı oyunlarının altında bu gerçek yatıyor. Dolayısıyla hem filmden janr olarak, hem de tematik açıdan memnun kalmanız gayet mümkün. Smith’in sürekli tekrarlanan bir dünyayı anlatmadaki başarısıysa, senaryo ve yönetmenlik açısından da bu projeye ne kadar gönül verdiğinin kanıtı aslında. Sisifos’un; bir kayayı taşırken onu elinden kaçırıp düşüren aptal bir karakter olduğunu düşünen bazı gençler, aslında mitolojinin ne anlattığını bu filmle anlayabilirler.

Lincoln

Lincoln (Steven Spielberg) 3,5 

Amerikan Tarihi değil dünya tarihine damgasını vurmuş bu kadar önemli bir figürün bu kadar alt perdeden anlatmayı tercih eden; yapılması çok büyük imkân dâhilinde olmasına rağmen efsaneliştirme veya mitleştirmeden bir gram bile nasiplenmeyi reddeden, müthiş olgun bir film var karşımızda. Ama belki de tam da bu yüzden Spielberg birçok filminin aksine burada o ‘Spielberg Anları’ndan yakalayamıyor ve sanki Kushner’in senaryosu da bunun olmasını engelliyor.

25 Şubat 2013 Pazartesi

The Perks of Being a Wallflower


The Perks of Being a Wallflower (Stephen Chbosky) 3,5

İçe kapanık, tırnak içinde sorunlu ve toplumun biraz dışında bir karakterin, lise hayatına odaklanarak anlatıldığı bu filmde, izleyici içine işleyen birçok duyguyu deneyimle fırsatı yakalıyor. Yalnızlık, doğru kişiyi bulma, ailevi problemler, cinsel tercihler, ilk aşk gibi ciddi konularda naif ve usul usul salınan filmin, bu temaları, duygusal bir şekilde bir birine bağlaması en büyük başarısı. Fakat bunları tüm klasikliğiyle anlatması, farklı kulvarlara girmekten kaçınması ve ayağını yere sağlam basma endişesi yüzünden irtifa kaybettiği de bir gerçek.

12 Şubat 2013 Salı

The Dictator

The Dictator/ Diktatör (Larry Charles) 3

"Dictator", Cohen'in ilk sinema filmi Ali G'den daha iyi, ama sonraki filmleri Borat ve Bruno'dan daha kötü. Üstelik Borat ve Bruno'ya nazaran eldeki senaryo skeçvarilikten daha uzak, klasik hikaye kurgusuna daha yakın olmasına rağmen... Yaratıcılığın yer yer çocuksuluk derecesinde düştüğü bölümler insanı üzüyor gerçekten (elinde 31 çektiği peçeteyle sebepsiz yere kadının suratına ellemeye çalışmak gibi). Aladin'in inanılmaz büyük göğüslerden dayak yediği sahneler ise tam da Cohen'i Cohen yapan müthiş mizahın zirveye vardığı andı. Finaldeki diktatörlük ağıtının müthiş ironik olduğu kesin, ama Borat ve Bruno gibi bizzat politik olmayan filmlerin bu filmden daha politik olduğunu düşünürsek, Dictator'ün neden olmamış bir film olduğunu daha rahat anlayabiliriz.

10 Şubat 2013 Pazar

Beasts of the Southern Wild

Beasts of the Southern Wild/ Düşler Diyarı (Benh Zeitlin) 2,5

Son derece sıkıcı bir film bu. Medeniyetten elini eteğini çekmiş ve su altında kalacağı bildirilen evlerini terk etmek istemeyen bir topluluğun, topluma, medeniyete direnişinin filmi. Hikaye hemen hiçbir şey barındırmadığı için odağı küçük bir kız çocuğuna kaydırmak zekice. Böylece kızın ölmüş annesine duyduğu özlem, ölümcül hastalığı olan babasıyla arasındaki ilişki, hayatta tek başına kalacak olması gibi izleyiciyi duygusal olarak etkileyen bir atmosfer yaratmak mümkün olmuş oluyor. Buzulların erimesiyle çözülüp gelen kötücül yaratıklar metaforuysa, masal-gerçeklik ikiliğinin son derece basit ve yüzeysel bir yansıması... Önümüzde klasik şablonu olduğu gibi uygulayan, paket bir film var ve tüm duygusal numaralarına rağmen kötü bir film olmaktan kurtulamıyor.

Flight

Flight/ Uçuş (Robert Zemeckis) 2,5 

Size soru: zil zurna sarhoş bir pilot, arıza yapan uçağı inanılmaz bir marifetle indirmeyi başardığında ve neredeyse tüm yolcuların hayatını kurtardığında; bu başarısının nedeninin bizzat alkol olduğu da düşünülürse, pilotu suçlu mu bulursunuz yoksa onu kahraman mı ilan edersiniz? Filmde herkesin bir 'mucize' olarak gördüğü bu kurtuluşun asıl nedeni bizzat alkol olduğu için, "ahlaki bir ikileme düşeceğiz ve bunu irdeleyeceğiz" diye düşündüm ama maalesef film hiç oralı bile olmadan direk alkol bağımlısı adama, onun kendisinin suçlu olduğunu kabul etmesine ve en kısa yoldan imana gelmesine odaklanınca, eh, diyecek bir şey de kalmadı geriye.

Silver Linings Playbook

Silver Linings Playbook/ Umut Işığım (David O. Russel) 3 

Tipik bir yol hikâyesi mantığıyla işliyor film. Güya Pat, karısına tekrar kavuşmak için elinden geleni yapacak, ona âşık olan Tiffany ise onun bu zaafını değerlendirip onu tavlamaya uğraşacak. Bütün bu işler olurken (dans filan) biz de bu çiftin birbirlerine yakınlaşmasını izleyeceğiz. En sonunda Pat diyecek ki, “tüm bunları eski karımı kazanmak için yaptım ama meğer ben sana âşıkmışım”. İçini de biraz kafayı totemlerle yemiş aile fertleri, ilişkisi pek de iyi olmayan arkadaşlarla dolduracaksın. Sonra da sana Hollywood klişelerinden uzak, çok orijinal bir film çektiğin söylenecek. Hollywood’un anti-klişeleri bile bizzat klişenin kendisi olduğu için, direk klişe filmler çekmek daha mantıklı galiba.

Looper

Looper/ Tetikçiler (Rian Johnson) 3,5 

Kimileri Rainmaker karakterinin filme zarar verdiğini ve filmin temel derdini izleyiciye yabancılaştırdığını iddia etti. Oysa Looper'ın, 12 Maymun veya Terminator'lerden ayrışmasının en büyük nedeni tam da filmin orta yerinde birden patlak veren ve fantastiğe kaçan bu sahnelerin varlığı... Gelecekten gelen kendisiyle sanki o kendisi değilmiş gibi onu öteleyerek ve ona hak vermeyerek konuşan Joe karakteri ile kendi geçmişine alaycı ve küçümseyerek bakan, ona akıl verirken aslında kendi hayatını kurtarmaya çalışan Yaşlı Joe karakterinin karşılıklı konuştuğu sahne bile Looper'ın ne kadar güzel bir film olduğunun kanıtı.

Django Unchained

Django Unchained/ Zincirsiz (Quantin Tarantino) 3 

Tarantino filmlerini bu kadar değerli yapan şey benim için muazzam yazılmış senaryoları. Bu senaryolarda ahım şahım şeyler olmaz, sonuçlar baştan bellidir ve klasik Hollywood gramerinin izinden, onu biraz esneterek hareket edilir. Oysa 'Django Unchained', içinde en az yaratıcılık barındıran, hikayesi en sıradan ve cazibesi en düşük Tarantino filmi. Tarantino'nun tansiyonu arttırmayı sevdiği climax bölümleri izleyicisini esir alır, oysa burada adeta izleyiciyi sıkıyor. Caprio'nun oyunculuğunun tavan yaptığı ve izleyicinin kanının donduğu yemek sahnesinden sonra filmin delicesine düşüşü ile komik ve yavan mutlu son çabası, ustanın performansında büyük bir gerilemenin varlığına işaret. Tarantino en kötü filmini çekti, ona şüphe yok; ama hala kötü film çekebilmiş değil.

Amour

Amour / Aşk (Michael Haneke) 3 

Haneke'nin 80 yaşlarındaki bir çiftin yaşlılıkla/ hastalıklarla baş etme çabasını, özellikle 'aşk' kavramı çerçevesinde anlatacağını duysaydınız ne derdiniz? Ben en kısa yoldan "yaşlanıyor" derdim. Evet, maalesef Hollywood yüzünden yaşlılığın gerçek yüzüyle karşılaşmıyoruz pek, ama zaten başlı başına bir fikir olarak bile Haneke'nin çekebileceği ve çekmese bile bir konferansta iki dakikada derdini anlatabileceği bir konuyu bu kadar hararetli anlatmayı istemesi bende olumlu hisler uyandırmadı. Çünkü bu sefer elimizde sağlam, hatta bir alt metin bile yok. Güvercin ve 'evlat' temaları bunun için hedeflenmiş ama ana metnin altında kendilerinin çok kaçamak fikircikler olduklarını çaktırarak eziliyorlar. Sonuç şu: Haneke'ye bu yaşında böylesine rahat hayran olmak bu kadar basit olmamalı.

28 Ocak 2013 Pazartesi

The Tall Man

The Tall Man/Sır (Pascal Laugier) 4

Laugier, izleyenleri dumur eden ve bir çırpıda fenomene dönüşen filmi Martyrs'den sonra, derdinin pornografik şiddet olmadığını göstermiş oldu: gizli yeraltı örgütleri, hayatları karartılan zavallı çocuklar ve paranoyaklıkla komplo teorilerinin gerçekle olan ilişkileriyle ilgileniyor Laugier. Tall Men'de, başka kimsede tanık olmadığımız ve Martyrs'ta da gördüğümüz; özneler arası yabancılaştırma, hikayeyi olay örgüsünün çeperinden başlatma gibi bence müthiş maharet gerektiren ve sinemanın doğasına bambaşka açıdan bakabilen bir 'senaryo tekniği'ne sahip Laugier'in, sadece bu açıdan bile takdiri hak ettiğini düşünüyorum. Ahlaki ikilem tuzağına düşüp filmi bu yüzden beğenmeyenlerse tam da yönetmenin istediğini gerçekleştirmiş oluyorlar. Pascal Laugier, filmlerini merakla beklediğim yönetmenlerden biri.

This is 40

This is 40 (Judd Apatow) 3,5

Apatow'un üç filmde ayrı ayrı anlatacağı konuları iki saate sıkıştırma çabası bir şeyleri anlatmak açısından ne kadar iştahlı olduğunun da kanıtı. Temelde orta yaş krizini anlatıyormuş gibi yapan Apatow, aile kurmanın ve idame ettirmenin zorluğundan bahsediyor. Ailenin neşesi olarak görülen çocukların psikopat deliler olarak tasvir edildiği film; teknoloji ve popüler dünya (iphone'lar, facebook'lar ve mad men vs. lost kapışması) üzerinden jenerasyon farkını, eski kafalı olmakla yeniye ayak uydurma arasındaki gerilimi, yaşlılıkla birlikte kendine bakma telaşını, aşkın bitmesiyle bocalama sürecini, akrabalar arası iletişimsizliği/ yüzeyselliği, ev geçindirmenin ekonomik boyutunu, olgunlaşmayı, kabullenmeyi vb. bir sürü şeyi şaşırtıcı şekilde başarıyla anlatıyor. Elbette sarkan, yersiz ve gereksiz sahneleri var filmin; ama Apatow'un kumaşı o kadar sağlam ki ortaya çok iyi bir film çıktığını söyleyebiliriz. Ayrıca kendisinin, ne aile kurumunu kutsallaştırması ne de onu dışlaması, ama onu tüm zorluğuyla kabul etmesi, bana müthiş donanımlı ve zekice geliyor. Kendisine hayran olmaya devam.

25 Ocak 2013 Cuma

The Cabin in the Woods

The Cabin in the Woods/ Dehşet Kapanı (Drew Goddard) 4,5

Goddard ve Whedon, sinemanın ABC'sine ne kadar hakim olduklarını ve bunu nadir görülen bir zekayla nasıl kendi dünyalarına uyarladıklarını bize göstermiş oldular. Ölmeye yazgılı karakterlerin birer kukla olması misali, onlar da bizzat Sinema'nın kendisini adeta parmaklarında oynatıyorlar. Teen Slasher janrını yapı sökümüne uğratmakla kalmayıp, onu bir de inşa ediyor, yetmezmiş gibi inşa ettiklerini de adeta keyiften dört köşe dinamitliyorlar. Sonuç: 'refresh' edilmiş değil 'reset' edilmiş bir sinema. Onlar genç kuşağın postmodern tanrıları olacak.

Let's Scare Jessica to Death

Let's Scare Jessica to Death (John D. Hancock) 4

Senaryosunun zayıflığına, izleyicisini amatörce ters köşeye yatırma telaşına, oyuncularının kötü performansına rağmen, yönetmenliğiyle kendine hayran bırakan bir film "Jessica". İç sesin enfes kullanımı, Zohra Lampert'in masum yüzüne yapılan zoom'lar, hep ayakta tutulan gerginlik ve çok başarılı müzikler... "Let's Scare Jessica to Death" keşfedilmesi gereken bir hazine.

12 Ocak 2013 Cumartesi

Magnolia

Magnolia/ Manolya (P. T. Anderson) 3

Sinemada iş kesişen hayatlara ve çoklu karakterlere gelince akan sular duruyor. Magnolia'nın bu kadar çok sevilmesinin başlıca nedeni buysa bir diğeri izleyicisini duygusal anlamda yakalayıp onu bir güzel sarstıktan ve hepsi 'sorunlu' karakterleriyle özdeşleştirdikten sonra onu evine arınmış ve mutlu göndermesi. Oysa, diyelim, akıllı çocuk Stanley'nin babası böyle davranmaya devam ederse gelecekte Donnie olacağını bilmeyenimiz var mı? Geçmişin peşimizi bırakmadığının; hepimizin ihanet, pişmanklık, yalnızlıkla birbirine bağlı olduğunun söylendiği bu dünya, tüm afra tafrasına, Anderson'ın yönetmenlikteki gösterisine rağmen, gerçeklikten uzak bir çocuksulukla sonlanıyor. Ayrıca: birbirimize bağlı olmasaydık tüm sorunlarımız yok mu olacaktı? Nedir bu 'bağlılık' düşkünlüğü çözemedim doğrusu. 

Ted

Ted/ Ayı Teddy (Seth MacFarlene) 2,5

Başlı başına esprilerine ve fikrine bakılsa filme hayran olmamak mümkün değil. Tematik açıdan da son derece sıkı bir öykü anlatmanız da olası. Fakat MacFarlene ve ekibi ne yapacaklarına karar veremedikleri için, tüm hınzırlığına ve özgünlüğüne rağmen, filmi çar çur etmede büyük başarı elde ediyorlar. Tüm hikayeyi Ted çağırınca ona karşı koyamayan John'a indirgemek, büyüme hikayesi anlatacağım derken garip bir uzun süreli ilişki ve aşk övgüsünde kaybolmak, filmi derinleştiremeyince son bölümde aksiyona abanmak; Ted'in nasıl göz göre göre harcanan bir proje olduğunu göstermek için yeterli. İş sinema olunca MacFarlene'in biraz daha çalışması lazım herhalde.

Moonrise Kingdom

Moonrise Kingdom (Wes Anderson) 4,5

Wes Anderson'ın en beğendiğim özelliği akıl almaz bir mizah anlayışının olması. Böylesine kendine has bir üslupla, böylesine sıradanmışçasına ve mütevazi bir mizah ben henüz görmedim açıkçası. Diğer filmlerinde olduğu gibi bu film de tıpkı Suzy'nin okuduğu romanlara benziyor: bir taraftan ölen köpeği, aldatan insanları, dışlanmış çocukları, etrafı sel basan mekanlarıyla hayli acımasız ve gerçekçi bir dünya; ama bir taraftan da Suzy ile Sam'in yarattığı, bu gerçeklikten uzak, enfes görüntülerin, müziklerin, doğallığın ve aşkın olduğu alternatif bir dünya, bir 'krallık'... Şaşırtıcı olan Anderson'ın bırakın kötüyü, vasat bir film bile çekmemiş olması (Ayrıca hayatımda en sevdiğim oyuncular Bill Murray ile Bruce Willis bu filmde! Rüya gibi).