24 Aralık 2012 Pazartesi

Like Crazy

Like Crazy (Drake Doremus) 4

Like Crazy'de, Jacob ile Anna'nın laneti, sonlanmamış ve tıkanmamış bir ilişkiyi bitirmek zorunda kalmaları... İlişkilerinin doğallıkla değil de koşullar gereği bitecek olması, bu durumun, kafalarında her zaman yer edecek bir çeşit tümöre dönüşmesine neden oluyor. İlişki, her seferinde bitiriliyor ama kutsal ve durdurulamaz denilen 'aşk' ve sırf onun tecrübe edilememiş belirsizliği yüzünden tekrar başlıyor. Böylece tüm o kıpır kıpır, enerji dolu, will to power'la dolu olan gençlerin soyut bir kavram uğruna adım adım hayatı reddedişlerini ve nihayetinde de ruhsuzlaşmalarını izliyoruz. Gençlerin yaptıkları hata ise 'koşulları' hayatın doğal bir kanunu saymamaları. Filmin bir "Sil Baştan", bir "500 Summer" olmadığını iddia edenlere; "evet, kesinlikle değil, ama çok iyi bir film" demek lazım.

25 Kasım 2012 Pazar

Husbands and Wives

Husbands and Wives (Woody Allen) 3 

Woody Allen’ın kamerası film boyunca hiç rahat durmuyor. Kıpır kıpır, dinamik, bir orada bir burada, son derece ‘geveze’ bir kamera bu… Film de hiç durmuyor. Sürekli bir aksiyon mevcut. Karakterler de hiç durmuyor. Kadını erkeği, fark etmeden sürekli konuşuyorlar. Allen, bu hengame arasında basit bir ana fikir söyleyip (“evlilik dediğin elbet bir gün duvara toslar”) kaçak güreşmeyecek kadar zeki biri, ama tam da zekasına kurban giden bir dahi kendisi. Hikayeler arasında akıcı şekilde gidip gelmek, kadın-erkek ilişkilerine klişeye düşmeksizin (hele kendinden intihal yapmadan) taze bir bakış atabilmek o kadar zor ve maharetli işler ki… Allen burada da –yine kendini çarmıha gerip- yapmayı başarıyor bunu, ama her zamanki haliyle; yani kırıp dökerek…

Elephant

Elephant/ Fil (Gus van Sant) 2 

Şimdi bakın, Umut Sarıkaya esprisini yapıyor diye gülüp geçiyoruz ama baya doğruyu söylüyor adam. Kimse kusura bakmasın, film boyunca üç beş tane çocuğun arkasından bütün okulu gezmek, arada bir bulutları çekmek, namlunun göründüğü ve insanların öldüğü bilgisayar oyunu görüntülerinin üzerine Beethoven koymak filan, açık açık entellikten başka bir şey değil. Bir an aklıma Lars von Trier’ın “dur, sanat filmi çekeyim yalandan da, eleştirmenler sevsin” deyip böyle bir filmi bilerek çekebileceği geldi. Gus van Sant'ın problemi ise bunu gerçekten yapabileceğine inanmış olması. Gerçi bu kadar çok seveni olunca başarılı olmadığını söyleyemeyiz, ama bu kadar da -mış gibi yapan film görmedim. Başka kapıya, burada entellere yer yok.

Lucia and Sex

Lucia and Sex (Julio Medem) 2,5

Julio Medem, kurgudan ziyade görsellikten daha çok anlayan ve hislerini bu şekilde daha iyi anlatan bir yönetmen. Kadın vücudu, olağanüstü güzellikteki sahiller, dolunay ve seks. Sanki geliyor, senaryosunu başından bu anahtar kelimelerin içine yedirmeye çalışıyor. Caotica Ana’daki o episodlara ayrılmış sahneler, kendi başlarına ne kadar güzel ve anlamlıysa ama bütünden pek de bir cacık çıkmıyorsa; aynı şeyi Lucia'da da görmek ve hissetmek mümkün. Bir de kişisel bir itiraz belki ama şu yazarların dünyasına girmek, onların dünyasında kaybolmak filan bana çok da samimi gelmiyor. Hele bu filmdeki yazar karakterinin bir gram inandırıcılığı yoksa… Medem’den güzel görüntülerle dolu, bulamaç gibi bir film.

Perfect Sense

Perfect Sense (David Mackenzie) 3 

“Dünyanın sonu” temasına sahipmiş gibi yapan ama dünyaya hiçbir şeyin olmadığı bir film bu. Şöyle özetlemem mümkün: dünyaya giren çıkan yok, ne oluyorsa insana oluyor! İnsanın beş duyu organının teker teker, görünen bir sebep olmaksızın kaybolması ve içine düşülen bu esrarengiz kaosun kabullenişinin aşk üzerinden yapılması, filmi, farklı bir şeyler anlatıyormuş gibi yapıp aynı şeyi anlatan filmler kategorisine sokuyor. İzlemesi (bir an düşündürttükleriyle) hayli eğlenceli ve bence herkesin burun kıvırdığı ve elbette yerden yere vurduğu Türkçe çevirisi (Yeryüzündeki Son Aşk) filmin derdini gayet iyi anlatıyor. Üzerine sofistike bir şeyler koymaya çalışanlara sesleniyorum: Eva Green’in vücuduna baksınlar, ne dediğimi anlayacaklar.

Take This Waltz

Take This Waltz (Sarah Polley) 2,5

Polley’nin derdini ve anlatmaya çalıştığı şeyi çok iyi anlıyorum ve bu konuda kendisinin yanındayım, ama ‘elbet bir gün ilişkiler biter’ veya ‘yeni olan elbet eskir’ mesajı vermek için bu kadar kaba saba bir metin yazmak birazcık amatörce değil mi? Derdini, daha filmin başındaki saçma duş sahnesinde, bir kadın karakterin ağzından bizzat veren; lunapark bölümlerinde bunu kısa film derecesinde başarıyla yansıtan; yetmedi, her şey artık nihayete erdiğinde bir de ana fikri yine bir karakterinin ağzından vermeyi tercih eden Polley, ya çok zor bir şey anlattığına inanıyor ya da bizi aptal sanıyor. Filmin omurgasını çok kaba bir ikililik üzerine kurmak (akıl almaz sıkıcı koca ve yakışıklı tuhaf adam) zaten başlı başına faul, bir de bunu taçlandırmak! Filmin en iyi sahnesi, arzulanan ama ulaşıldığında biteceğini bildiğimiz fantezimizi çok iyi özetleyen havuz sahnesi (elin bileğe dokunduğunda sıkıcı gerçekliğe dönüş). Bu sahne filmden daha iyi.

A Man and A Woman

A Man and A Woman (Claude Lelouch) 4 

Filmde ilk kez, adamın test sürüşü yaptığı sahnenin birden bire ve üstüne on dakikaya yakın göründüğü anlar, bu aşk hikayesinin ne kadar orijinal olacağını başından muştuluyor. Bir kere çiftin ikisi de dul, aynı okula giden çocukları sayesinde tanışıyorlar. Tanışma anları, yemek sahnesi filan, akıl almaz bir gerçeklik ve gerçeküstücülük barındırıyor (minicik olan, erkeğin kadına dokunmak istediği sahnenin bu kadar meşhur olması bundan). Siyah beyaz görüntülere, iç seslere, güzel müziklere ve hayatı onayan 'gerçekçi’ bir senaryoya sahip; senaryosundaki nüansların, izleyiciyi ters köşeye yatıran fevkalade iniş çıkışların enfes kurgulandığı, şaşırtıcı bir aşk filmi. Güzel bir tecrübe olduğu kesin.

Jerry Maguire

Jerry Maguire (Cameron Crowe) 2,5 

Hemen Cameron Crowe’un en sevdiğim ve filmlerini en merakla beklediğim yönetmenlerden biri olduğunu söyleyerek başlayayım. En sevilen ve kendini bir anda popüler hale getiren bu filmini ise bir Crowe hayranı olarak beğendiğimi söyleyemem. En salak nedenim, ısrarla Tom Cruise’den nefret etmem. İkincisi, aforizmalara boğulmasına rağmen son derece sıkıcı ve klişe bir hikaye anlatması. Ve elbette, filme çok zarar verdiğini düşündüğüm gereksiz uzunluğu. Sanırım filmin başkaları için en olumlu olan tarafı, Esaretin Bedeli tarzı, yediden yetmişe herkese hitap etmeyi başaran tüm arketiplerin (şirin çocuk, evhamlı abla, güzel kadın vb.) mevcut olması ve bir başarı hikayesi anlatarak olağanüstü katarsis yaşatması... “Crowe zaten bunu yıllardır yapıyor” diyeceksiniz, siz de haklısınız.

They Live

They Live (John Carpenter) 3,5 

Carpenter ‘en iyi bilimkurgu’ listelerine girmek için daha ne yapmalıydı acaba? Zamanının ötesinde, çok amatörce ve çocuksu bir kör gözüm parmak havasıyla çekilmesine rağmen, oldukça başarılı bir film They Live. Gerçekliğin muazzam şekilde siyah beyaz, yani oldukça sıkıcı olarak anlatıldığı, gözlükleri çok takınca baş ağrısı yapması ve illüzyona ihtiyaç duyulması gibi akıllıca düşünülmüş fikirlerin olduğu, havada uçan uzay araçlarının bulunduğu ve Dövüş Kulübü’nün habercisi süper dövüş sahnesiyle beni benden alan bu Carpenter gösterisini acilen izlemenizi tavsiye ediyorum. Ben bayıldım.

12 Kasım 2012 Pazartesi

Drive

Drive (Nicolas Winding Refn)=4,5

Drive, gösterdiği hiçbir şeyi olmamaya and içerek adeta nasıl iyi film çekilebileceğini kanıtlamaya kararlı bir yönetmenin beyninin ürünü gibi... Arabalardan ve araba sürmekten deli gibi zevk alan bir adamın bol araba takipli aksiyon filmi mi? Değil. Yalnız ve mutsuz kadının hayatına girip o hayatı renklendirecek bir adamın varlığına muhtaç bir aşk filmi mi? Değil. Tüm bunları, film noir'la, suç filmiyle, bir de hiç de 'öyle' görünmeyen bir süper kahramanla birleştirmek gerçekten akıl karı değil. Refn'in eşeğini sağlam kazığa bağladığının en büyük kanıtı kurduğu enfes stilistik dünya ve bu dünyanın buz gibi gerçekliği... Drive, mutsuz biten ve buz gibi gerçeklikten oluşan bir masal. Yenik ve hüzünlü bir süper kahraman masalı...

Bir Avuç Deniz

Bir Avuç Deniz (Leyla Yılmaz)=1,5

Entelektüel olmaya bu kadar uğraşıp bu kadar ilkokul seviyesinde kalınca Ulus Baker'le Deleuze'e filmi ithaf etmek de hayli ironik duruyor doğrusu. Ortama giren 'farklı' kadının farklı olmak adına film boyunca tek yaptığının adamla bir düğüne katılmak ve sesli müzik dinlemek olduğunu düşünürseniz durum gayet açıklık kazanacaktır. Kör gözüm parmak veya göz göre göre kurgulanmış sahnelerin arz-ı endam ettiği bu filmden acilen uzak durulması gerekiyor. Oyunculuğun ne olduğunun önümüzdeki on-on beş yıl boyunca pek farkına varamayacak Engin Altan ile Berrak Tüzünataç'sa, bu kötü 'döktürememeleriyle' filme renk katmayı başarıyorlar.

jersey girl

Jersey Girl (Kevin Smith)=1,5

Kadın-erkek ilişkilerinin gri noktalarını göstermeyi seven, toplumun kenarında köşesinde kalmış karakterleri anlatmayı kendine dert edinmiş bir yönetmenin bu hallere düşmesi doğrusu hayli üzücü. Annesiz büyüyen bir çocuğu ve baba olmanın zorluklarını anlatmak da Smith'in ilgi alanına giriyor elbette ama olaya bu kadar anlamsızca ve bu kadar kaba saba, klişelerle dalmak, regl olmuş bir kadının hezeyanlarını andırıyor. Esprilerin, estantenelerin, verilen mesajların klişe olmaktan çıldırdığı, dibine kadar kötü bir film Jersey Girl.

Nick and Norah's Infinite Playlist

Nick and Norah's Infinite Playlist (Peter Sollett)=2,5

Aslında romantik komedi kalplarına birebir uymasına rağmen, kendini ciddiye almaması ya da şöyle diyelim, kendini olabildiğine sıradanlaştırmayı başarmasıyla çok beğenilen bir film oldu Nick and Norah. Fakat ben, tüm bu afra tafrasına, Norah'nın sarhoş arkadaşı aranırken aslında çiftlerin bir taraftan birbirlerini tanımaya başlamasına, bu ikilinin birbirlerini iyice tanıyıp merak edilen finali askıda bırakarak 'kendileri' olmalarına pek sempatiyle yaklaşamadım. Tekrar dönen eski sevgiliyi bırakıp yenisinin peşinden koşulması veya o korkunç tırnak içindeki sevişme sahnesi benim için filmin kötü olması için yeterli.

21 grams

21 Grams (Gonzalez Innaritu)=5

Innaritu'nun uzak ara en iyi filmi. Gainsbourg dahil tüm oyuncularından maksimum performans koparmayı başarmış, karakterlerin her birine dolu dolu canlılık aşılamada son derece maharetli, konusunun kağıt üzerinde kalmaması için Innaritu'nun devasa bir yetenekle sinemanın kendine sunduğu her şeyi dibine kadar kullandığı (renkler, kurgu, müzik); hayatın kesişmesinden çok başka hayatların da kendi içlerinde bağımsız bir dünya yarattığını vurgulayan; acımanın, hayatın ve ölümün, küçük sıradanlıkların ve belki de en önemlisi aşkın enfes anlatıldığı bir başyapıt. En etkileyici sahne, kurgusal olarak sonradan durumu anladığımız, havuzda gösterilen orta parmak.

Anayurt Oteli

Anayurt Oteli (Ömer Kavur)=5

Romanıyla sinema filminin aynı kalitede ve aynı güzellikte olduğu ender rastlanan bir film. Türk sinemasında görmeye alışkın olmadığımız kopkoyu, içe dönük ve basık atmosferiyle izleyicisine daha ilk dakikada kroşe indiren, mekan kullanımı konusunda, karakterin otelle bütünleşmesini büyük bir maharetle sunmayı başaran, çağının ötesinde ve modern avrupa sinemasının türevlerini andıran dokusuyla Türk sinema tarihine geçmeyi garantilemiş muazzam bir başyapıt.

schramm

Schramm (Jörg Buttgereit)=4

Schramm'ı tüm ahlaksal normlar ve süper-egosal aparatların dışında, süzgeçten geçirmeden olduğu gibi izleyebildiğinizde, günlük insanı ne kadar başarılı ve objektif anlattığını görmeniz mümkün. Öldürdüğü kadınların rujlarını biriktiren katilin hayatını anlatan ve onu gözlemleyen kamera, katiline Öteki olarak yaklaşıp onu karikatürize etmiyor örneğin. Onu bir öcü olarak göstermiyor, zaten o, 'o' olduğu haliyle bize yeterince öcü geliyor. Bir dairede bir başına yaşayan, sürekli bacağının koptuğunu, bir vajinanın penisini yediğini gördüğü rüyalarla cebelleşen, sosyalize olmaya çalışan ama bunu başaramayan bu sıradan psikopatın yaşamına bu kadar doğal yaklaşılması, açıkçası büyük başarı. Zaman zaman Haneke soğukluğunu, Lynch atmosferini anımsatacak kalitede iyi bir film denilebilir Schramm için.

Unfaithful

Unfaithful (Adriane Lyne)=5

9,5 Weeks, Fatal Attraction, Jacob's Ladder gibi müthiş filmlerden Lyne'ın ilgi duyduğu meselelerini iki başlıkta toplayabiliriz: kadın-erkek ilişkileri ve fantezi/gerçeklik arasındaki bağ. Onun karakterleri filmin bir anında fantezinin varlığına direnemeyip onu deneyimlemek istiyorlar; fakat klişe Hollywood filmlerinin aksine Lyne'ın yaptığı, bu fantezinin çöküşünü gözler önüne serip onunla ilgilenmek. Unfaithful'da da, sıkıcı hale gelmiş gerçeklikten, yeni tanıştığı fantezi dünyasına adım atan Connie'nin, fantezisinin çöküşünü izliyoruz. Lyne'ın bu işin tam bir ustası haline geldiğinin kanıtı olan bu filmde, hiçbir açık kapı, hiçbir pürüz bulma şansınız yok. Bu dünyanın atmosferini, hislerini, şüphelerini bir bilim adamı titizliğiyle mercek altına alıp incelediği ve en ince ayrıntısına kadar izleyicisine gösterdiği Unfaithful; Lyne'ın çok iyi olan filmografisinde bir düşüş değil, bir zirve bence.

5 Kasım 2012 Pazartesi

love actually

Love Actually (Richard Curtis)=1,5


Bir filmin ne olduğunu bizzat adının bu kadar net anlatması, o filme saygı duymayı gerektirir sanırım. Aşık çocukların, sekreterine aşık başkanların, aşkı için portekizce öğrenen, karısını aldatan adamların bulunduğu, aşırı doz karikatürize hayat görmenin bünyeye muazzam zararlar verebileceği, içine bol bol sevgi pıtırcığı serpiştirilmiş bir film... film değil, aslında bir masal. Hikaye anlatmanın temel dinamiklerinden olan 'peak' noktasının nereye bağlancığı bu tip filmlerde önemsiz olduğundan anlamsızca sıkıcı bir iki saat sizi bekliyor.

28 Eylül 2012 Cuma

the wrestler

The Wrestler (Darren Aronofsky)= 4

Wrestler, bir zamanların en ünlü güreşçilerinden birinin parlak yıllarını değil, dibe vurduğu zaman dilimini anlatmayı tercih ediyor. Karavanda yaşayan, üç kuruşa hala güreş yapan ve markette çalışan, yaşlı, mutsuz, yıllar önce ilgilenmediği kızıyla barışmayı isteyen ve tek yakın arkadaşı bir striptizci olan Ram; ölüm kendisini şöyle bir yoklayınca hayata tutunmak için ‘yürekten’ bir hamle yapıyor. Bu hamlenin başarısız olması Ram’in doğduğu yere geri dönmesine neden oluyor. Bir Rüya için Ağıt’ın tüm karakterleri kendi sonlarını acımasızca hazırlarken, Black Swan’ın Nina’sı sonunu 'isteyerek’ hazırlıyor ve ölüme zevkle gidiyordu. Ram ile Nina’nın sonları birbirine benziyor. Ram’in tek farkı, evinde, doğduğu yerde ölüme gitmesi. Dolayısıyla bu üçü arasında en hüzünlü hikaye Ram’e ait. Aranofsky ise şüphesiz kendi kuşağının en iyi yönetmenlerinden biri.

the shining

The Shining (Stanley Kubrick)= 3

Yine köyün delisi olmaya soyunup, Shining’i ahım şahım beğenmeyen tek insan olma yolunda ilk adımımı atıyorum. Örneğin Kubrick neden bu kadar çok müzik kullanma gereği duyuyor? Ne zaman korkutmaya zemin hazırlasa, daha biz bir başımıza gerim gerim gerilmeden hemen tın tın tın müziğini niye bu kadar hevesle, ısrarla, tüm film boyunca koyuyor, gerçekten anlayamıyorum. Jack’in yazarlığına zerre bulaşmadan, deliliğe geçişinin aniden ve inandırıcılıktan uzak yapılması, yine Jack’in geçmişinin ve ailesiyle ilişkisinin nerdeyse hiç anlatılmaması; filmin daha başında Jack'ten önceki görevlinin çocuklarını, karısını ve kendisini öldürmesinin deklare edilmesi, en başından bir "oldu da bitti" havası yaratıyor maalesef. Benim en büyük meselem, Kubrick'in kafasındaki korku filmi tekniğine hiç ısınamamış olmam. Belki çok iyi bir film, ama çok iyi bir korku filmi değil.

bornova bornova

Bornova Bornova (İnan Temelkuran)= 3,5 

Bornova Bornova’nın başarısı, Türkiye gerçeği denilen şeyi en mikro düzeyde, bir duvar önü ve üç oyuncuyla anlatmayı başarması. İşsizlik, bastırılmış cinsellik, mahalle baskısı, geleneksel değerlerle birlikte, otoriterliğin ve ataerkilliğin kök saldığı bir Türkiye portesi bu. İçinde ne abartı, ne duygu sömürüsü, ne de trajedi var. Tüm olan bitenin hepsi sadece saf gözlem ve gerçeklik. İnan Temelkuran buz gibi gri rengi ve dinamik kamerasıyla filmin "gerçek" değil, film olduğuna gönderme yaparak da diyelim bir Demirkubuz’dan farklı dertleri olduğunu anlatmaya çalışır gibi.

never let me go

Never Let Me Go (Mark Romanek)= 1,5

Klonlanmış donörlerin hayatını anlatıp gram empati kurmayı başaramayan, karakterleri kendi aralarında aşk triplerine girerken de bizi sıkmaktan başka bir halta yaramayan bir film söz konusu. Karakterlerin akıl almaz tek boyutlu çizildiği; aşkın, sanatın, insan olmanın hallerinin anlatılırmış gibi yapılıp zerre kenarından geçilmediği; performansların çok kötü olduğu Never Let Me Go, şaşılası şekilde Jones’un “Moon” filminin son on dakikasında yaptığı şeyi bir buçuk saat boyunca yapamıyor! Kitabından çok etkilenip onu çok başarısız uyarlayan, kader kurbanı bir Romanek kalıyor geride.

high fidelity

High Fidelity (Stephen Frears)= 4


High Fidelity müzikle nefes alıp müzikle yaşayan, kodlarını müzik algısı üzerine kuran; kısacası müziğin oksijen olduğu bir film. Ama müzik üzerine bir film değil kesinlikle, ilişki üzerine, ilişkinin halleri üzerine analitik bir araştırma adeta. Rob'un terk edildikten sonra hatanın nerde olduğunu araması filmi bir Annie Hall tadında, temelde hayatı ama özelde kendini sorgulamaya dönüştürüyor. Cameron Crowe’un başaramadığı şeyi Frears'ın bir çırpıda başarmasının nedeni de bu. Laura’nın babasının ölümünden sonra, arabada, Rob’a “benimle sevişir misin? Çünkü bir şeyler hissetmek istiyorum. Ya benimle seviş ya da elimi ateşe tutacağım” demesini kaç kişi ‘gerçekten’ anlayabilir? Peki ya Jack Black’in olağanüstü Let’s Get It On yorumu? Muhteşem.



1 Eylül 2012 Cumartesi

küçük kıyamet

Küçük Kıyamet (Taylan Biraderler)=4,5 

Küçük Kıyamet, Türk sinemasında tür filminin nasıl çekileceğine Taylanlar’ın verdiği cevap… Türk sineması nedense korku filmi çekmeyi ilk önce korkutmak üzerinden alıyor ve bunun üzerinden yola çıkıyor. Oysa ilk önce bir derdinizin olması ve o derdinizi nasıl anlatacağınızla ilgisi var korku sinemasının. Küçük Kıyamet, hem üstte bir hikayeyle başlıyor hem de altında usul usul pişen hikayesine en dipte bir kanal daha açmayı başarıyor. Bu bir deprem filmi… Ama aslında eğitimli, çağdaş, beyaz bir Türk annenin öteki'ne duyduğu korkunun filmi... Ama ama aslında, tüm bunların ötesinde, en derinde, ölümle yüzleşmek üzerine bir gerilim filmi... Filmin altyapısı o kadar sağlam hazırlanmış ki, bunun rahatlıkla Türk değil dünya sinemasında da bir yeri olduğunu hemen görebiliyorsunuz. Küçük Kıyamet için (sonunda rotasından sapıyor olmasına rağmen) Türklerin "Jacob's Ladder"ı denilebilir.

last seduction

Last Seduction (John Dahl)=2,5

Last Seduction, çok fazla iniş çıkışa sahip bir film. Her seferinde inandırıcılığını yitirmesine rağmen, izleyicisinin toleransı sayesinde ayakta duruyor ve bir müddet abartılı yönleri göz ardı ediliyor olsa da, her seferinde bunu batırıp, durumu en çıkılmaz hale sokmayı başarıyor. Örneğin kadın-kocası ve sevgilisi aynı dairede bir araya geldiğinde, sevgilinin tam da vamp kadın için cinayet işlediğine yalandan ikna olmuş gibi yapıyoruz; neticede bu nokta filmi etkili bir viraja getirmiş oluyor. Ama sonra yine, senaristi sırf öyle yazdığı için, çok zeki vamp kadın yaratılma pahasına, filmin kendinden fire veriliyor. Arabadaki zenci dedektifin penisini göstermeye meyletmesi veya esas oğlanın tüm hengame arasında “rape me" diyen kadını dinlemesi zevkimizi olduğu gibi kaçırıyor. "Body Heat" olmak kolay değil demek ki.

midnight express

Midnight Express (Alan Parker)=2,5 

Bu filmin konusu, izleyicisini alıp götürecek temel bir senaryoya sahip değil. İki saatlik filmde, uyuşturucu kaçırırken yakalanan Billy Hayes’in İstanbul’da hapse atılmasını ve hapishanede geçirdiği günleri izliyoruz. Bunun 'film' olmasının nedeni ise hapishanede geçen günlerin zorluğu muhakkak, ama temelde sadece bunun üzerine kurulu olan hikaye bir müddet sonra yavanlaşıyor ve git gide kendini yok etmeye başlıyor. Sonunda Hayes hapisten kaçtığında da (bunun altyapısı iyi hazırlanmadığı için) ‘iyi, kurtuldu herif’ten daha ayrıntılı bir cümle kuramıyoruz. Hayatta zorluk çekmiş herkesin filmi yapılacak diye bir kural yok, çünkü bu hiç de mantıklı olmayabiliyor bazen. Filmin en çarpıcı cümlesi, Hayes’in mahkemede söylediği cümle: “Bir domuz milleti olmanıza rağmen onları yemiyor olmanız çok komik.” Brad Davis çok iyi oynuyor.

new york, i love you

New York, I Love You

İster istemez “I Love You, Paris” ile karşılaştırmak zorundayız bu filmi ve Paris’teki tüm afra tafraya rağmen New York çok daha iyi bir iş çıkarıyor. Bunda New York’un daha tecrübeli olmasının payı vardır muhtemelen (Paris’ten üç yıl sonra çekildi). Örneğin New York’ta yazar ve yönetmenler sanki daha hazırlıklı ve birbirine daha kenetliler, Paris’te ise bir olmamışlık ve bir başınalık mevcut. New York’ta hikayeler klasik gramere daha uygun olmasına rağmen yine de esneyebildiği için son derece taze duruyorlar. Örneğin Brett Ratner’ın filmi tekerlekli sandalyedeki kız formülüyle öteki’ni anlatıyormuş gibi yaptığında bile dikkat çekiciyken, algıyı bambaşka tarafa çekerek bunu ikiye katlıyor ve üstelik bunu düzgün bir şekilde New York’a bağlamayı başarıyor. Fatih Akın, şaşılası şekilde en kötü filmini çekmiş diyebiliriz. Natalie Portman yazıp yönettiği filminde hiç fena değil. Fakat en iyi iki film Shanji Iwai'yle Allen Hughes’a ait. Hughes’unki ama gerçekten muazzam.

23 Ağustos 2012 Perşembe

bizim büyük çaresizliğimiz


Bizim Büyük Çaresizliğimiz (Seyfi Teoman)=2

İki kastre ve ‘iyi’ adamın, kendilerinden yaşça küçük bir kızla sevişememelerini anlatan bir film bu. Yıllarca beraber büyümüş ve birbirlerine destek olacaklarına, büyüme sürecinde gitgide köstek olan bu adamların, bir müddet sonra aslında kadınsılaştıklarını görüyorsunuz. Hayatın son derece dışında, son derece pasif, edilgen, korkak, pısırık olan yakın dostların, aynı evde erkek erkeğe yaşamaktan tek anladıkları uzun uzun ‘yemek nasıl yapılır’ muhabbetleri yapmak ve kız evden ayrıldıktan sonra eve langırt masası almak! Seyfi Teoman’ın ise karakterler arasında zaman zaman geçen münakaşa, karakterlerin aşırı klişe ve içi boş çizilmesi, eve gidip gelen abi, boş ve zaman geçsin diye çıkılan yürüyüşler vb. durumlardan projeye ısınamadığı ve filmin tepe taklak gitmesini engelleyemediği görülüyor. Oysa tam da Apatow’un ilgisini çekecek olan bu projeyi bu tayfa çekseydi, akıl almaz bir filmle karşılaşabilirdik. Türk yönetmenler zor işlerin altına giriyorlar ve maalesef başarılı da olamıyorlar.

17 Ağustos 2012 Cuma

inglorious basterds


Inglorious Basterds (Quantin Tarantino)=4

Filmin birinci bölümü Tarantino’nun ne kadar şeytani bir zekâya sahip olduğunu kısaca özetleyen bölüm. Nazi subayının eve girmesi, kadınları süzmesi, süt içmesi, uzun uzun konuşması, aşırı kibarlığı filan, aşağıda saklanan Yahudi ailesi görünmeden önce bile, nasıl bu kadar rahatsız edici olup, diken üstünde tutabiliyor izleyiciyi? Buram buram gerilim kaynıyor bu sahne. Keza olağanüstü bar sahnesinde de, ince ince işleyen muazzam bir gerilim, usul usul alttan kaynayan bir atmosfer söz konusu. Üstelik Tarantino’yu tanıdığımız için de, hiç acımadan birilerinin ‘höt’ diye ölebileceğini de hissettiğinizden bu his iki katına çıkıveriyor. Tarantino’nun intikam duygusuyla orgazm olduğunu ve bu hissin en son seviyede yaşanması gerektiğini biliyoruz. Kendisi, bu orgazmı izleyici de paylaşsın diye, kurgusunu hep ‘katarsis arttırıcı’ şeklinde yapıyor. Bebeğiyle ölüme terk edilen Gelin’i ve kadınları arabasıyla öldüren dublörü hatırlayın. Burada, seviye Nazilerle birlikte iyice arttırılmış durumda. Benim için sorun yok, ben beğeniyorum ama doğrusu Mel Gibson olmaya doğru gidiyor diye endişelenmiyor değilim. Şunu da hatırlatmak lazım: kendisi Amerikan sinemasının en iyi beş senaristinden biri.

inception


Inception (Christopher Nolan)=4,5

“Bu film Matrix’in kopyası” diyenlere daha radikal bir cevap verelim: “hayır, bu film Memento’nun kopyası.” Bu bile, Nolan’ın kendi beyninden, bilinçaltından hırsızlık yaptığının kanıtı aslında. Çok derinlere inmediğiniz sürece filmin derdi hafızamızla ilgili. 50 yıllık yaşamınız bir hafıza kaybından sonra yok olsa, sizden geriye sizi siz yapan ne kalır? Hepimiz filmi izlerken “biz de rüyada mıyız acaba?” diye sorduğumuzda şöyle bir fikirle karşılaşıyoruz: rüyadaysak uyanmamız gerekir, ama uyanmayla uyuma arasındaki bağ her zaman kopuk olmaya mahkûmdur. Haliyle her uyanmada “bunun rüya olduğunu nasıl bilirim?” diye sormamız gerekiyor ve bu sonsuza kadar erteleniyor. Mal’in tüm gerçekliği reddedip, bu görüngüler dünyasının rüya olduğunu iddia etmesi ve ölünce gerçeğe uyanacağına inancı bir açıdan çok da mantıksız değil. Çünkü biz de öldüğümüzde bir “şeye” uyanacağız ama bunu ancak ölünce görebileceğiz. Kısaca Nolan, Schopenhauer’ın o meşhur aforizmasının izinden gidiyor: “her sabahki uyanış küçük birer doğum, her gece uyumaksa küçük birer ölümdür.” Memento’daki Leonard gibi Cobb da geçmişindeki gerçeklerden kaçıyor ve bu gerçekliği evcilleştirmek için elinden geleni yapıyor. Nasıl Leonard kendi karısının ölümünden sorumluysa, Cobb da aynı sorumluluğa sahip. Mal’in “burada benimle kal” arzusu filmin izleyicisine sorduğu temel soru: rüyada olduğunu bilmediğin sürece rüyada kalmanın nesi kötü? Leonard, örneğin, bile bile, rüyasının sonlanmaması için dünyayı kendi hafızasına indirgiyordu. Cobb’un ne yaptığını ise Nolan bu sefer muallakta bırakıyor. Rüyada mı kaldı, gerçekliğe mi döndü? Üstelik birinin bilinçaltına fikir ekme görüşü günümüzde çok aşina olduğumuz bir durum. Paradoks da bu ya: örneğin kapitalizmin oyunu diye sevgilinize doğum gününde hediye almamanız açık bir “fikir ekimi” aslında, ama şahıs, “bu fikir benim, kimse bilinçaltıma bir şey koymadı, ben biliyorum” diyecektir. Buradan ‘ideoloji’ sorgulamasına geçip akıl almaz noktalara gitmek mümkün. Tamam, bir noktadan sonra filmin kendi jargonunu oluşturması ister istemez anlaşılmasını güçleştiriyor, ama temel fikri kaptıktan sonra bunun pek önemi de kalmıyor doğrusu. Ben, tüm samimiyetiyle, dertleri tasaları aynı olan, Memento’daki o adamın aynısını gördüm bu filmde. Bu noktada kendisini, sinemaya bu olağanüstü filmi bağışladığı için tebrik etmek gerekiyor.

16 Ağustos 2012 Perşembe

suspiria + inferno

Suspiria=4
Inferno=3,5

Argento'nun üç yıl arayla çektiği bu iki film, Argento sinemasında arayacağınız her şeyi size sunabilir. Cronenberg'in iki yıl arayla çektiği Shivers ile Rabid arasında nasıl sıkı bir bağ varsa, Suspiria ile Inferno arasında da aynı bağı görmek olası. Nefis cinayet sahneleri, eşyalar üzerinden yaratılan korku, Argento'yu Argento yapan enfes zoom'lar; cadılar, büyüler, efsunlar, tılsımlar; baş karakterin nelerin döndüğünü uzun süre anlayamayıp yarı baygın dolaşması, son derece kötü hikayeler ve kötü kurgular; stilize görüntülere fetişist derecede yaklaşıp gerçeklikten uzaklaşma, rengarenk ve tarihi binalarda yaratılan gerilim, renklerin kontrastlığı, kötü ve korkutucu olduğu bizzat vurgulanan karakterler, çılgın müzikler, dışardan gelen 'öcü' sesleri ve genelde ses kullanımındaki özen ve nihayet 'mutlu' diyebileceğimiz final. Argento'nun birbirine eş sayabileceğimiz bu iki filmi, hala onun kariyerinin en iyi işleri olabilir.

notebook (nick cassavetes)

Notebook (Nick Cassavetes)=2,5

Romantik olan hemen herkesin (Alman romantizmi değil elbette, Sinan Çetin romantizmi) taptığı, öldüğü, geberdiği bir film oldu Notebook. En sevdiği filme Notebook diyen bir kızın düşünce dünyasını bir dakika içinde anlamanız mümkün. Çünkü Notebook, en nihayetinde ölümsüz aşka inanıyor. Güzide genç çift ayrıldıktan sonra hayat onları tekrar birleştiriyor mesela. Tüm zorluklar bir şekilde aşılıyor filan. Film, gençliklerini izlediğimiz bu çiftin yaşlı ve hasta hallerine gidip gelerek ilerliyor. Yani, onları gençken birleştirmekle yetinmiyor, "ben fantezi kurmuyorum" diyor, "işte bakın, tüm hasta ve iğrenç halleriyle bile onları öpüştürüyorum." İyi hoş ama "bir yatakta kocayın" lafını bu kadar harfi harfine anlamak biraz da zeka geriliğinin kanıtı değil mi? Aşk dediğin şey de zeka geriliği demek değil midir, derseniz, eh, size hak vermekten başka çıkar yolum yok doğrusu.

i want you

I Want You (Winterbottom)=2

Konuşmayan (dilsiz) bir çocuk film boyunca herkesi dinliyor. Ablasının yan odadaki sevişmesini, aşık olduğu Helen'ı filan... Helen'ın bir zamanki sevgilisi Martin hapisten çıkıp geliyor. Martin hala Helen'a aşık. Helen'ın kafası karışık (örneğin daha önce çıktığı adamla 6 ay boyunca seks yapmamış, adam "yetti artık" deyince "beni sevdiğini sanıyordum" diyor). Kendisine aşık dilsiz çocukla takılıp duruyor. Dilsiz çocuğun ablası sürekli birileriyle sevişiyor. Filmin sonunda, dilsiz çocukla Helen bir olup Martin'i öldürüyorlar. Film bitiyor. Bu kadar lüzumsuz, bana zerre hitap etmeyen bir film izlememiştim. Sinan Çetingiller, kafayı sanat sinemasıyla yiyeceklerine bu filmlere taksınlar. Ben onları desteklerim.

p. s. i love you

P.S. I Love You (Richard LaGravenese)=2

Aşık olduğunuz, deliler gibi sevdiğiniz yakınınızın, üstelik de gençken ölüp gitmesi benim inanılmaz değer verdiğim bir tema. Bu temaya Spielberg'ün Always'i gibi yaklaşan bu gibi filmleri oldum olası sevemedim (çünkü 21 Gram'daki gibi yaklaşılacak bir konu bu). Yine de Holly'nin kocasını unutamadığı ve Gerry'nin bir belirip bir kaybolduğu sahnelerde umutlanmadım değil. Sahici sahnelerdi bunlar. Gel gör ki, yan karakterlerin -maalesef- yine hiçbir şekilde içlerinin doldurulamaması, Daniel'in esas kızı kendine aşık edip etmeyeceği gerilimini bir türlü veremeden ortalıklarda dolaşması ve anlaşılır gibi değil ama filmin bir türlü bitmek bilmemesi beni benden aldı doğrusu. Ayrıca Holly, nihayet Gerry "beni seviyorsan eğer, başkalarıyla sevişmekten korkma" diye ufuk açıcı son mektubunu yazmasa, hiç de Gerry'i unutacakmış gibi davranmıyordu. Bir mektup koca psikanaliz dünyasına bedeldir, filmin vermeye çalıştığı mesaj olabilir. Not: filmin tüm erkek oyuncuları berbat oynuyor, kadınlar biraz daha iyi. En iyisi ise Hilary Swank.

last kiss (muccino)

The Last Kiss (G. Muccino)=4,5
 
Last Kiss’te Muccino akıl almaz bir işe girişiyor. Başrollerde Carlo ve Giulia var güya, en azından afişte onları görüyoruz. Oysa Carlo'nun dört arkadaşı, Giulia'nın annesi ve eşi, bir de Carlo'nun gönlünü kaptırdığı genç kız var. Üstüne, bu dört arkadaşın simetrik anlamda eşlerini veya kız arkadaşlarını da düşününce on beşe yakın karaktere, bir tanrı gibi akıl almaz şekilde can veren bir yönetmen var elimizde. Üstelik, temalar, aileden aileye, kişiden kişiye, ortamdan ortama değişiyor ve insanoğlunun en temel sorunlarında düğümleniyor. Aile kurmanın zorlukları, çocuk yetiştirmek, yaşlandıkça insanın içine düştüğü boşluk, hayallerin peşinden koşmak, ölüm, sevgi ve aşk ikililiği gibi yığınla konuyu sadece iki saate sığdırıp, bunun altından başarıyla kalkmak günümüz sinemasında hiç alışkın olmadığımız bir şey. Üstelik Last Kiss gücünü, izleyicisini Hollywood'vari manipüle ederek de sağlamıyor. Onlarca karakter, hayatın çeşitli şekillerde akıp gitmesi gibi, size uyan veya uymayan, yaratıcı veya klişe, akıllıca veya aptalca tercihler yapıp yollarına devam ediyorlar. Filmin karakterlerine sunduğu finalin, ne bir özellikle Haneke anti-iyiliğiyle, ne de mutlu sonla ilgisi var. Bu finali, en son yıllar önce Cast Away'de görmüştük. Zeka parıltısının yaratıcılıkla dansı denebilir Last Kiss için.

14 Ağustos 2012 Salı

in the land of women

In the Land of Women (Jon Kasdan)=2

Carter, sevgilisi tarafından terk edilince büyükannesinin evine kafa dinlemeye gidiyor. Karşı komşuları göğüs kanseri olan Sarah ve onun kızı Lucy, film boyunca git geller halinde yakışıklı çocuk Carter’a yazıyorlar. Carter’ın büyükannesiyle yaşadığı inanılmaz sığ ilişkiden tutun, Sarah ile kızı arasındaki ilişkinin yapaylığı da izleyiciye kriz geçirtecek nitelikte. Sarah'nın kocası tarafından aldatılıyor olması, büyükannenin ölümü ve yine Sarah'nın kanserle olan ilişkisinin filmde ne işe yaradığı, bunlarla ne anlatılmak istendiği filan son derece muğlak bir şekilde sırıtıyorlar film boyunca. Ayrıca güzeller güzeli Meg Ryan'ın botoksla kendini zombiye çevirmesi ve öpüşme sahnelerinde Meg Ryan'ı öpen çocuğa bir zombiyi öptüğü için acınması...Ne hallere düştük görüyor musunuz?

caotica ana

Caotica Ana (Julio Medem)=2,5

Kısaca bir Toprak Ana filmi… Medem'in izleyicisini Jung'vari bir bilinçaltı yolculuğuna çıkardığı ve onu görsel ve sözsel bir hengamenin ortasına koyup, çeşitli imgelerle bombardımana uğrattığı, bitmek bilmez bir film Caotica Ana. Yine müziklerin ve görselliğin kendini konuşturduğu bu filmde, Medem’in en büyük sorunu kendini durduramaması ve bir noktadan sonra ipin ucunu kaçırması. Tarihin derinliklerinden gelen kadın karakter Ana’yı, tüm ihtişamından soyutlayıp, metaforu gerçekliğe dönüştürecek kadar ileri gitmekten bahsediyorum. Irak Savaşı'ndan sorumlu olan bir Amerikalı politikacının suratına gerçekten sıçan Ana'yı görünce, Medem'in tüm o hipnotik hayal gücünün yok olduğunu da anlıyorsunuz. Çünkü Ana’nın son kez babasıyla ettiği dans, Medem’i Medem yapan şey. Böyle basit çocukça hamleler değil.

a dangerous method

A Dangerous Method (David Cronenberg)=2

Yine aynı sorunla karşı karşıyayız. Şimdi sizden şunu istiyorum: Filmdeki tüm karakterleri bir anlığına sıradanlaştırın. Freud’u, Jung’u, Spielrein’ı alın, yerine o dönemde yaşamış deneyimsiz psikanalistleri koyun. O zaman ne derdik biliyor musunuz? “Bu film saçma salak bir aşkı anlatıyor ve bundan bize ne?” derdik. Şimdi öyle demiyoruz, yani öyle demeyeceğimiz var sayılıyor çünkü dünyaya yön vermiş kişilerle burun burunayız. Oysa Jung-Freud karşıtlığı desen değil, Jung-Spielrein aşkı desen değil; o dönemde dolaşan, herkese şöyle bir uğrayan Cronenberg kamerası var elimizde ama o kadar. Dünyanın en muazzam iki psikanalistinin görüşlerini ilkokul seviyesinde vererek koca bir dünyaya haksızlık ettiği için bile sevilmeyebilir bu film. Cronenberg’e olan aşkım galiba sona erdi. Çünkü o filmleri çeken büyük adamın bu adam olmadığı kesin.

the skin i live in

The Skin I Live in (Pedro Almodovar)=3

Almodovar tüm hayati temalarını böyle bir filmde bir araya getirip, kendi tarzından hayli uzak, ama tematik olarak bu tarzın zirveye ulaştığı bir film çekmiş. Bilimi akıl almaz emeller için harcayan modern bir Frankenstein’dan, cinsiyet kavramına kültür ve öz çatışması açısından bakan bu film erkeklere şöyle bir soru soruyor: “bir yıldır birlikte olduğunuz bir kadının bundan önce erkek olduğunu öğrenirseniz ne olur?” Dahası şöyle inanılmaz bir hamlesi de mevcut: bir kadına aşıksınız ama kadın lezbiyen olduğu için sizinle çıkmıyor. Bir anlığına bu kadınla sevişmek için kadın olmak ister miydiniz? Almodovar’dan benim öğrendiğim şeyse şu: ben net bir özcüyüm bu konuda. Dünyalar güzeli Elena Anaya benimle birlikte olmaya karar verse ve ben de filmdeki gibi onun bundan önce bir erkek olduğunu öğrensem kendisini bırakın öpmeyi, elini bile tutamam sanırım. Almodovar’ın başarısı da Banderas gibi bir erkeği, Anaya gibi bir kadınla öpüştürürken (akıl alır gibi değil ama) mide bulandırmayı başarması. Yine de çok iyi bir film değil The Skin I Live in. Hem her şeyiyle bu kadar üzerine oynadığı finalini başından belli ettiği, hem de yaratmak istediği atmosfere rağmen elindeki malzemenin fazla ‘didaktik’ olması nedeniyle. Cronenberg bambaşka bir film çıkarabilirdi bundan örneğin.

11 Ağustos 2012 Cumartesi

the girl next door (luke greenfield)

The Girl Next Door (Luke Greenfield)=3 

Son zamanlarda bu kadar çok birbiri ardına sürekli yeni kulvarlara girerek ilerleyen bir film izlememiştim. Film belki dört kere filan bitecek gibi olup yeniden başlayarak garip açılımlar içine giriyor. Basit bir ineklerin intikamından, birden porno yıldızıyla aşk yaşanabilir mi’ye, oradan okulun verdiği bursun kazanılamamasıyla 'mainstream' olmaktan uzaklaşmaya, derken porno camiasında parlayıp zengin olmaya giden deli saçması bir film var karşımızda. Filmin en büyük artısı ise kendini ciddiye almadığını deklare etmesi. Evet, bir müddet sonra klasik romantik komedi olmadığı için baymaya başlıyor ama eğlenceli olduğu da muhakkak.

room in rome

Room in Rome (Julio Medem)=4,5

Medem’in bu filmi birçok kişi tarafından hiç beğenilmedi ve filmografisindeki en zayıf halkalardan biri olarak görüldü. Film sahte entelektüelliğinden, kötü diyaloglarından tutun, komik sembol kullanımına ve amaçsız olmasına kadar bir sürü açıdan eleştirildi. Size şu kadarını söyleyeyim: bu filmin yönetmeni Bertolluci olsaydı izleyenler yere göğe koyamazlardı. Medem’in bu filmini izlerken aklıma Stealing Beauty, Midnight in Paris ve 9,5 Weeks geldi. Ortak noktaları şu: ilki Bertolucci’nin yarattığı ve olmak istediği, İtalya’nın uçsuz bucaksız ovalarında, Toscana’da yaratılan bir fantezi dünyası. İkincisi, kadınların, şarabın, jazz’ın ve entelektüellerin olduğu, Woody Allen’ın yarattığı fantezi dünyası. Üçüncüsü ise Adrian Lyne’ın bir seks ilişkisi üzerinden yarattığı ve bitmeye mahkum fantezisi... Room in Rome ise, açıkça görülüyor ki Medem’in erkek gözüyle baktığı ve kafasında canlandırdığı net bir rüya fantezisi. Birbirinden güzel iki kadının tüm film boyunca çıplak takıldığı, Avrupa’nın tarih kokan ve en güzel şehirlerinden biri olan Roma’nın mekan seçildiği; içinde aşk, seks, acı, pişmanlık olan ve muhteşem freskolarla müziklerin arz-ı endam ettiği bir görsel zevkler bütünü bu film. Yalanların aslında gerçeklerden birer parça olarak söylenmesi, aralara düşünmeye teşvik edecek müthiş nüansların konulması (aldatmak, kadınlık/lezbiyenlik, kadının babası kendisini değil de kardeşini taciz ediyor diye üzülmesi, fantezi/gerçeklik vb) ve filmin bilinçli bir kararla ayrılıkla bitmesi (fantezisine kapılmayan Medem) filmi küçük çaplı bir başyapıta dönüştürüyor.
  

rec

Rec (J. Balaguero, P. Plaza)=2,5 

Found Footage tarzı bir İspanyol korku filmi. Rec’in en büyük sorunu senaryosunun zayıflığı, hatta bir senaryoya sahip olmaması. Hatırlayın, Blair Cadısı’nda gençler bir cadının peşine düşüyor; Cloverfield’ta, yaratıkla cebelleşmenin yanında yine bir grup genç, arkadaşlarını aramaya yola çıkıyor; Paranormal Activity’de ise kıza musallat olan bir cinin izini sürüyorduk. Bu filmleri ayakta tutan ve izleyicisini kurduğu atmosfere kolaylıkla dahil eden şey bu tekniğin merak duygusuyla harmanlanmasıdır. Rec ise bizi bir apartmana hapsedip bir sürü zombi göstermekten öteye gidemiyor. Mağaraya inip orada sıkışan ve mağara adamlarıyla cebelleşmek zorunda kalan kadınların hikayesini anlatan Descent filmini anımsayın. Tüm o cebelleşme arasına; iki kadın arasında yaratılan gizli husumeti, baş karakterin ailesini kazada kaybettiği için yaşadığı travmayı filan nasıl başarıyla yedirdiğini düşünün filmin. Rec, hayvanların teker teker boğazlandığı bir kurban bayramı gününün el kamerasıyla çekilmiş hali gibi… Son anda senaryosunda bir gelişme oluyor, hakkını vermek lazım, ama sonuçta iskeletinin zayıf olduğu gerçeği değişmiyor. Bir kez daha burada o meşhur klişeyi yok sayarak belirtelim: Rec çok korkunç bir film, ama iyi bir film değil.

livide

Livide (A. Bustillo, J. Maury)=2,5 

Inside’ın yönetmeni Bustillo'yu o filmden sonra takibe aldım. Livide, kendisinin ikinci filmi ve Inside’tan çok farklı ve ondan daha kötü olduğu kesin. Bir kere İnside, bir noktadan sonra 'göstere göstere' korkuttuğu için izleyicisine kaçacak yer bırakmayan bir filmdi. Livide, tam tersine usul usul, sessizce, derinden korkutmaya çalışıyor ve böylece klasik korku sinemasına daha yakın duruyor. Bir noktaya kadar perili ev öyküsünden başka bir halta yaramayacağını düşündüğümüz film, son on beş dakikasında inanılmaz yönlere gidiveriyor. Klasik perili ev öyküsü yerini, Edvard Makaseller tarzı bir makine-kıza, ruhsal geçişe, vampirlere filan bırakıyor. Bustillo’da sağlam bir kumaş olduğu belli, ama son on beş dakikadaki o büyülü dünya kurtarmaya yetmiyor filmi. Belki de Bustillo adına yanlış proje demeliyiz bu film için. Veya doğru tercihse, Inside bir tesadüftü.

7 Ağustos 2012 Salı

aşk tesadüfleri sever

Aşk Tesadüfleri Sever (Ömer Faruk Sorak)=1,5

Aynı zamanda, aynı hastanede doğ; aynı yerde birlikte büyü; 25 yıl sonra tekrar bir araya gel ve birbirine aşık olunca da buna "tesadüf değil" de. Aşkın insanı kanser eden saçma sapan yönlerini biliyorduk ama bu yönünü bilmiyorduk. Şimdi şunu sorarak başlayalım: birer yetişkin olan Deniz ve Özgür'ün zamanında bir arada yaşadıkları çocukluklarına gidiş gelişlerle tanık oluyoruz. Sırf geçmişe gidiyoruz diye Deniz’in ailesine odaklanıyoruz ya, Deniz’in annesinin aldatıldığını görüyoruz. İyi ama bundan bize ne? Bunun film boyunca hiçbir getirisi olmuyor. Özgür'ün babasıyla zoraki yaratıldığı açıkça belli olan saçma sapan 'baba-oğul' kavgası... Hepsini geçtim, tam film adam oldu derken –Özgür’ü hastaneye götüren kişinin Deniz’in sevgilisi olması ve filmin bizi müthiş bir ikilemin ortasında bırakacağını umduğumuz çocukça inanç- Deniz’in trafik kazasında ölmesi filan… Bu filmin derdi bir şeyler anlatmak değil, bu filmin derdi izleyiciyi manipüle etmek. Bu arada Belçim Bilgin akıl almaz kötü bir oyunculuk sergiliyor. Filmin tek artısı da bu...