Film eleştirilerinin bulunduğu bir blog'tur. Her filmin yanında 5 üzerinden yıldız vardır.
23 Ağustos 2012 Perşembe
bizim büyük çaresizliğimiz
Bizim Büyük Çaresizliğimiz (Seyfi Teoman)=2
İki kastre ve ‘iyi’ adamın, kendilerinden yaşça küçük bir kızla sevişememelerini anlatan bir film bu. Yıllarca beraber büyümüş ve birbirlerine destek olacaklarına, büyüme sürecinde gitgide köstek olan bu adamların, bir müddet sonra aslında kadınsılaştıklarını görüyorsunuz. Hayatın son derece dışında, son derece pasif, edilgen, korkak, pısırık olan yakın dostların, aynı evde erkek erkeğe yaşamaktan tek anladıkları uzun uzun ‘yemek nasıl yapılır’ muhabbetleri yapmak ve kız evden ayrıldıktan sonra eve langırt masası almak! Seyfi Teoman’ın ise karakterler arasında zaman zaman geçen münakaşa, karakterlerin aşırı klişe ve içi boş çizilmesi, eve gidip gelen abi, boş ve zaman geçsin diye çıkılan yürüyüşler vb. durumlardan projeye ısınamadığı ve filmin tepe taklak gitmesini engelleyemediği görülüyor. Oysa tam da Apatow’un ilgisini çekecek olan bu projeyi bu tayfa çekseydi, akıl almaz bir filmle karşılaşabilirdik. Türk yönetmenler zor işlerin altına giriyorlar ve maalesef başarılı da olamıyorlar.
17 Ağustos 2012 Cuma
inglorious basterds
Inglorious Basterds (Quantin Tarantino)=4
Filmin birinci bölümü Tarantino’nun ne kadar şeytani bir zekâya sahip olduğunu kısaca özetleyen bölüm. Nazi subayının eve girmesi, kadınları süzmesi, süt içmesi, uzun uzun konuşması, aşırı kibarlığı filan, aşağıda saklanan Yahudi ailesi görünmeden önce bile, nasıl bu kadar rahatsız edici olup, diken üstünde tutabiliyor izleyiciyi? Buram buram gerilim kaynıyor bu sahne. Keza olağanüstü bar sahnesinde de, ince ince işleyen muazzam bir gerilim, usul usul alttan kaynayan bir atmosfer söz konusu. Üstelik Tarantino’yu tanıdığımız için de, hiç acımadan birilerinin ‘höt’ diye ölebileceğini de hissettiğinizden bu his iki katına çıkıveriyor. Tarantino’nun intikam duygusuyla orgazm olduğunu ve bu hissin en son seviyede yaşanması gerektiğini biliyoruz. Kendisi, bu orgazmı izleyici de paylaşsın diye, kurgusunu hep ‘katarsis arttırıcı’ şeklinde yapıyor. Bebeğiyle ölüme terk edilen Gelin’i ve kadınları arabasıyla öldüren dublörü hatırlayın. Burada, seviye Nazilerle birlikte iyice arttırılmış durumda. Benim için sorun yok, ben beğeniyorum ama doğrusu Mel Gibson olmaya doğru gidiyor diye endişelenmiyor değilim. Şunu da hatırlatmak lazım: kendisi Amerikan sinemasının en iyi beş senaristinden biri.
inception
Inception (Christopher Nolan)=4,5
“Bu film Matrix’in kopyası” diyenlere daha radikal bir cevap verelim: “hayır, bu film Memento’nun kopyası.” Bu bile, Nolan’ın kendi beyninden, bilinçaltından hırsızlık yaptığının kanıtı aslında. Çok derinlere inmediğiniz sürece filmin derdi hafızamızla ilgili. 50 yıllık yaşamınız bir hafıza kaybından sonra yok olsa, sizden geriye sizi siz yapan ne kalır? Hepimiz filmi izlerken “biz de rüyada mıyız acaba?” diye sorduğumuzda şöyle bir fikirle karşılaşıyoruz: rüyadaysak uyanmamız gerekir, ama uyanmayla uyuma arasındaki bağ her zaman kopuk olmaya mahkûmdur. Haliyle her uyanmada “bunun rüya olduğunu nasıl bilirim?” diye sormamız gerekiyor ve bu sonsuza kadar erteleniyor. Mal’in tüm gerçekliği reddedip, bu görüngüler dünyasının rüya olduğunu iddia etmesi ve ölünce gerçeğe uyanacağına inancı bir açıdan çok da mantıksız değil. Çünkü biz de öldüğümüzde bir “şeye” uyanacağız ama bunu ancak ölünce görebileceğiz. Kısaca Nolan, Schopenhauer’ın o meşhur aforizmasının izinden gidiyor: “her sabahki uyanış küçük birer doğum, her gece uyumaksa küçük birer ölümdür.” Memento’daki Leonard gibi Cobb da geçmişindeki gerçeklerden kaçıyor ve bu gerçekliği evcilleştirmek için elinden geleni yapıyor. Nasıl Leonard kendi karısının ölümünden sorumluysa, Cobb da aynı sorumluluğa sahip. Mal’in “burada benimle kal” arzusu filmin izleyicisine sorduğu temel soru: rüyada olduğunu bilmediğin sürece rüyada kalmanın nesi kötü? Leonard, örneğin, bile bile, rüyasının sonlanmaması için dünyayı kendi hafızasına indirgiyordu. Cobb’un ne yaptığını ise Nolan bu sefer muallakta bırakıyor. Rüyada mı kaldı, gerçekliğe mi döndü? Üstelik birinin bilinçaltına fikir ekme görüşü günümüzde çok aşina olduğumuz bir durum. Paradoks da bu ya: örneğin kapitalizmin oyunu diye sevgilinize doğum gününde hediye almamanız açık bir “fikir ekimi” aslında, ama şahıs, “bu fikir benim, kimse bilinçaltıma bir şey koymadı, ben biliyorum” diyecektir. Buradan ‘ideoloji’ sorgulamasına geçip akıl almaz noktalara gitmek mümkün. Tamam, bir noktadan sonra filmin kendi jargonunu oluşturması ister istemez anlaşılmasını güçleştiriyor, ama temel fikri kaptıktan sonra bunun pek önemi de kalmıyor doğrusu. Ben, tüm samimiyetiyle, dertleri tasaları aynı olan, Memento’daki o adamın aynısını gördüm bu filmde. Bu noktada kendisini, sinemaya bu olağanüstü filmi bağışladığı için tebrik etmek gerekiyor.
16 Ağustos 2012 Perşembe
suspiria + inferno
Suspiria=4
Inferno=3,5
Argento'nun üç yıl arayla çektiği bu iki film, Argento sinemasında arayacağınız her şeyi size sunabilir. Cronenberg'in iki yıl arayla çektiği Shivers ile Rabid arasında nasıl sıkı bir bağ varsa, Suspiria ile Inferno arasında da aynı bağı görmek olası. Nefis cinayet sahneleri, eşyalar üzerinden yaratılan korku, Argento'yu Argento yapan enfes zoom'lar; cadılar, büyüler, efsunlar, tılsımlar; baş karakterin nelerin döndüğünü uzun süre anlayamayıp yarı baygın dolaşması, son derece kötü hikayeler ve kötü kurgular; stilize görüntülere fetişist derecede yaklaşıp gerçeklikten uzaklaşma, rengarenk ve tarihi binalarda yaratılan gerilim, renklerin kontrastlığı, kötü ve korkutucu olduğu bizzat vurgulanan karakterler, çılgın müzikler, dışardan gelen 'öcü' sesleri ve genelde ses kullanımındaki özen ve nihayet 'mutlu' diyebileceğimiz final. Argento'nun birbirine eş sayabileceğimiz bu iki filmi, hala onun kariyerinin en iyi işleri olabilir.
Inferno=3,5
Argento'nun üç yıl arayla çektiği bu iki film, Argento sinemasında arayacağınız her şeyi size sunabilir. Cronenberg'in iki yıl arayla çektiği Shivers ile Rabid arasında nasıl sıkı bir bağ varsa, Suspiria ile Inferno arasında da aynı bağı görmek olası. Nefis cinayet sahneleri, eşyalar üzerinden yaratılan korku, Argento'yu Argento yapan enfes zoom'lar; cadılar, büyüler, efsunlar, tılsımlar; baş karakterin nelerin döndüğünü uzun süre anlayamayıp yarı baygın dolaşması, son derece kötü hikayeler ve kötü kurgular; stilize görüntülere fetişist derecede yaklaşıp gerçeklikten uzaklaşma, rengarenk ve tarihi binalarda yaratılan gerilim, renklerin kontrastlığı, kötü ve korkutucu olduğu bizzat vurgulanan karakterler, çılgın müzikler, dışardan gelen 'öcü' sesleri ve genelde ses kullanımındaki özen ve nihayet 'mutlu' diyebileceğimiz final. Argento'nun birbirine eş sayabileceğimiz bu iki filmi, hala onun kariyerinin en iyi işleri olabilir.
notebook (nick cassavetes)
Notebook (Nick Cassavetes)=2,5
Romantik olan hemen herkesin (Alman romantizmi değil elbette, Sinan Çetin romantizmi) taptığı, öldüğü, geberdiği bir film oldu Notebook. En sevdiği filme Notebook diyen bir kızın düşünce dünyasını bir dakika içinde anlamanız mümkün. Çünkü Notebook, en nihayetinde ölümsüz aşka inanıyor. Güzide genç çift ayrıldıktan sonra hayat onları tekrar birleştiriyor mesela. Tüm zorluklar bir şekilde aşılıyor filan. Film, gençliklerini izlediğimiz bu çiftin yaşlı ve hasta hallerine gidip gelerek ilerliyor. Yani, onları gençken birleştirmekle yetinmiyor, "ben fantezi kurmuyorum" diyor, "işte bakın, tüm hasta ve iğrenç halleriyle bile onları öpüştürüyorum." İyi hoş ama "bir yatakta kocayın" lafını bu kadar harfi harfine anlamak biraz da zeka geriliğinin kanıtı değil mi? Aşk dediğin şey de zeka geriliği demek değil midir, derseniz, eh, size hak vermekten başka çıkar yolum yok doğrusu.
Romantik olan hemen herkesin (Alman romantizmi değil elbette, Sinan Çetin romantizmi) taptığı, öldüğü, geberdiği bir film oldu Notebook. En sevdiği filme Notebook diyen bir kızın düşünce dünyasını bir dakika içinde anlamanız mümkün. Çünkü Notebook, en nihayetinde ölümsüz aşka inanıyor. Güzide genç çift ayrıldıktan sonra hayat onları tekrar birleştiriyor mesela. Tüm zorluklar bir şekilde aşılıyor filan. Film, gençliklerini izlediğimiz bu çiftin yaşlı ve hasta hallerine gidip gelerek ilerliyor. Yani, onları gençken birleştirmekle yetinmiyor, "ben fantezi kurmuyorum" diyor, "işte bakın, tüm hasta ve iğrenç halleriyle bile onları öpüştürüyorum." İyi hoş ama "bir yatakta kocayın" lafını bu kadar harfi harfine anlamak biraz da zeka geriliğinin kanıtı değil mi? Aşk dediğin şey de zeka geriliği demek değil midir, derseniz, eh, size hak vermekten başka çıkar yolum yok doğrusu.
i want you
I Want You (Winterbottom)=2
Konuşmayan (dilsiz) bir çocuk film boyunca herkesi dinliyor. Ablasının yan odadaki sevişmesini, aşık olduğu Helen'ı filan... Helen'ın bir zamanki sevgilisi Martin hapisten çıkıp geliyor. Martin hala Helen'a aşık. Helen'ın kafası karışık (örneğin daha önce çıktığı adamla 6 ay boyunca seks yapmamış, adam "yetti artık" deyince "beni sevdiğini sanıyordum" diyor). Kendisine aşık dilsiz çocukla takılıp duruyor. Dilsiz çocuğun ablası sürekli birileriyle sevişiyor. Filmin sonunda, dilsiz çocukla Helen bir olup Martin'i öldürüyorlar. Film bitiyor. Bu kadar lüzumsuz, bana zerre hitap etmeyen bir film izlememiştim. Sinan Çetingiller, kafayı sanat sinemasıyla yiyeceklerine bu filmlere taksınlar. Ben onları desteklerim.
Konuşmayan (dilsiz) bir çocuk film boyunca herkesi dinliyor. Ablasının yan odadaki sevişmesini, aşık olduğu Helen'ı filan... Helen'ın bir zamanki sevgilisi Martin hapisten çıkıp geliyor. Martin hala Helen'a aşık. Helen'ın kafası karışık (örneğin daha önce çıktığı adamla 6 ay boyunca seks yapmamış, adam "yetti artık" deyince "beni sevdiğini sanıyordum" diyor). Kendisine aşık dilsiz çocukla takılıp duruyor. Dilsiz çocuğun ablası sürekli birileriyle sevişiyor. Filmin sonunda, dilsiz çocukla Helen bir olup Martin'i öldürüyorlar. Film bitiyor. Bu kadar lüzumsuz, bana zerre hitap etmeyen bir film izlememiştim. Sinan Çetingiller, kafayı sanat sinemasıyla yiyeceklerine bu filmlere taksınlar. Ben onları desteklerim.
p. s. i love you
P.S. I Love You (Richard LaGravenese)=2
Aşık olduğunuz, deliler gibi sevdiğiniz yakınınızın, üstelik de gençken ölüp gitmesi benim inanılmaz değer verdiğim bir tema. Bu temaya Spielberg'ün Always'i gibi yaklaşan bu gibi filmleri oldum olası sevemedim (çünkü 21 Gram'daki gibi yaklaşılacak bir konu bu). Yine de Holly'nin kocasını unutamadığı ve Gerry'nin bir belirip bir kaybolduğu sahnelerde umutlanmadım değil. Sahici sahnelerdi bunlar. Gel gör ki, yan karakterlerin -maalesef- yine hiçbir şekilde içlerinin doldurulamaması, Daniel'in esas kızı kendine aşık edip etmeyeceği gerilimini bir türlü veremeden ortalıklarda dolaşması ve anlaşılır gibi değil ama filmin bir türlü bitmek bilmemesi beni benden aldı doğrusu. Ayrıca Holly, nihayet Gerry "beni seviyorsan eğer, başkalarıyla sevişmekten korkma" diye ufuk açıcı son mektubunu yazmasa, hiç de Gerry'i unutacakmış gibi davranmıyordu. Bir mektup koca psikanaliz dünyasına bedeldir, filmin vermeye çalıştığı mesaj olabilir. Not: filmin tüm erkek oyuncuları berbat oynuyor, kadınlar biraz daha iyi. En iyisi ise Hilary Swank.
Aşık olduğunuz, deliler gibi sevdiğiniz yakınınızın, üstelik de gençken ölüp gitmesi benim inanılmaz değer verdiğim bir tema. Bu temaya Spielberg'ün Always'i gibi yaklaşan bu gibi filmleri oldum olası sevemedim (çünkü 21 Gram'daki gibi yaklaşılacak bir konu bu). Yine de Holly'nin kocasını unutamadığı ve Gerry'nin bir belirip bir kaybolduğu sahnelerde umutlanmadım değil. Sahici sahnelerdi bunlar. Gel gör ki, yan karakterlerin -maalesef- yine hiçbir şekilde içlerinin doldurulamaması, Daniel'in esas kızı kendine aşık edip etmeyeceği gerilimini bir türlü veremeden ortalıklarda dolaşması ve anlaşılır gibi değil ama filmin bir türlü bitmek bilmemesi beni benden aldı doğrusu. Ayrıca Holly, nihayet Gerry "beni seviyorsan eğer, başkalarıyla sevişmekten korkma" diye ufuk açıcı son mektubunu yazmasa, hiç de Gerry'i unutacakmış gibi davranmıyordu. Bir mektup koca psikanaliz dünyasına bedeldir, filmin vermeye çalıştığı mesaj olabilir. Not: filmin tüm erkek oyuncuları berbat oynuyor, kadınlar biraz daha iyi. En iyisi ise Hilary Swank.
last kiss (muccino)
The Last Kiss (G. Muccino)=4,5
Last Kiss’te Muccino akıl almaz bir işe girişiyor. Başrollerde Carlo ve Giulia var güya, en azından afişte onları görüyoruz. Oysa Carlo'nun dört arkadaşı, Giulia'nın annesi ve eşi, bir de Carlo'nun gönlünü kaptırdığı genç kız var. Üstüne, bu dört arkadaşın simetrik anlamda eşlerini veya kız arkadaşlarını da düşününce on beşe yakın karaktere, bir tanrı gibi akıl almaz şekilde can veren bir yönetmen var elimizde. Üstelik, temalar, aileden aileye, kişiden kişiye, ortamdan ortama değişiyor ve insanoğlunun en temel sorunlarında düğümleniyor. Aile kurmanın zorlukları, çocuk yetiştirmek, yaşlandıkça insanın içine düştüğü boşluk, hayallerin peşinden koşmak, ölüm, sevgi ve aşk ikililiği gibi yığınla konuyu sadece iki saate sığdırıp, bunun altından başarıyla kalkmak günümüz sinemasında hiç alışkın olmadığımız bir şey. Üstelik Last Kiss gücünü, izleyicisini Hollywood'vari manipüle ederek de sağlamıyor. Onlarca karakter, hayatın çeşitli şekillerde akıp gitmesi gibi, size uyan veya uymayan, yaratıcı veya klişe, akıllıca veya aptalca tercihler yapıp yollarına devam ediyorlar. Filmin karakterlerine sunduğu finalin, ne bir özellikle Haneke anti-iyiliğiyle, ne de mutlu sonla ilgisi var. Bu finali, en son yıllar önce Cast Away'de görmüştük. Zeka parıltısının yaratıcılıkla dansı denebilir Last Kiss için.
14 Ağustos 2012 Salı
in the land of women
In the Land of Women (Jon Kasdan)=2
Carter, sevgilisi tarafından terk edilince büyükannesinin evine kafa dinlemeye gidiyor. Karşı komşuları göğüs kanseri olan Sarah ve onun kızı Lucy, film boyunca git geller halinde yakışıklı çocuk Carter’a yazıyorlar. Carter’ın büyükannesiyle yaşadığı inanılmaz sığ ilişkiden tutun, Sarah ile kızı arasındaki ilişkinin yapaylığı da izleyiciye kriz geçirtecek nitelikte. Sarah'nın kocası tarafından aldatılıyor olması, büyükannenin ölümü ve yine Sarah'nın kanserle olan ilişkisinin filmde ne işe yaradığı, bunlarla ne anlatılmak istendiği filan son derece muğlak bir şekilde sırıtıyorlar film boyunca. Ayrıca güzeller güzeli Meg Ryan'ın botoksla kendini zombiye çevirmesi ve öpüşme sahnelerinde Meg Ryan'ı öpen çocuğa bir zombiyi öptüğü için acınması...Ne hallere düştük görüyor musunuz?
Carter, sevgilisi tarafından terk edilince büyükannesinin evine kafa dinlemeye gidiyor. Karşı komşuları göğüs kanseri olan Sarah ve onun kızı Lucy, film boyunca git geller halinde yakışıklı çocuk Carter’a yazıyorlar. Carter’ın büyükannesiyle yaşadığı inanılmaz sığ ilişkiden tutun, Sarah ile kızı arasındaki ilişkinin yapaylığı da izleyiciye kriz geçirtecek nitelikte. Sarah'nın kocası tarafından aldatılıyor olması, büyükannenin ölümü ve yine Sarah'nın kanserle olan ilişkisinin filmde ne işe yaradığı, bunlarla ne anlatılmak istendiği filan son derece muğlak bir şekilde sırıtıyorlar film boyunca. Ayrıca güzeller güzeli Meg Ryan'ın botoksla kendini zombiye çevirmesi ve öpüşme sahnelerinde Meg Ryan'ı öpen çocuğa bir zombiyi öptüğü için acınması...Ne hallere düştük görüyor musunuz?
caotica ana
Caotica Ana (Julio Medem)=2,5
Kısaca bir Toprak Ana filmi… Medem'in izleyicisini Jung'vari bir bilinçaltı yolculuğuna çıkardığı ve onu görsel ve sözsel bir hengamenin ortasına koyup, çeşitli imgelerle bombardımana uğrattığı, bitmek bilmez bir film Caotica Ana. Yine müziklerin ve görselliğin kendini konuşturduğu bu filmde, Medem’in en büyük sorunu kendini durduramaması ve bir noktadan sonra ipin ucunu kaçırması. Tarihin derinliklerinden gelen kadın karakter Ana’yı, tüm ihtişamından soyutlayıp, metaforu gerçekliğe dönüştürecek kadar ileri gitmekten bahsediyorum. Irak Savaşı'ndan sorumlu olan bir Amerikalı politikacının suratına gerçekten sıçan Ana'yı görünce, Medem'in tüm o hipnotik hayal gücünün yok olduğunu da anlıyorsunuz. Çünkü Ana’nın son kez babasıyla ettiği dans, Medem’i Medem yapan şey. Böyle basit çocukça hamleler değil.
Kısaca bir Toprak Ana filmi… Medem'in izleyicisini Jung'vari bir bilinçaltı yolculuğuna çıkardığı ve onu görsel ve sözsel bir hengamenin ortasına koyup, çeşitli imgelerle bombardımana uğrattığı, bitmek bilmez bir film Caotica Ana. Yine müziklerin ve görselliğin kendini konuşturduğu bu filmde, Medem’in en büyük sorunu kendini durduramaması ve bir noktadan sonra ipin ucunu kaçırması. Tarihin derinliklerinden gelen kadın karakter Ana’yı, tüm ihtişamından soyutlayıp, metaforu gerçekliğe dönüştürecek kadar ileri gitmekten bahsediyorum. Irak Savaşı'ndan sorumlu olan bir Amerikalı politikacının suratına gerçekten sıçan Ana'yı görünce, Medem'in tüm o hipnotik hayal gücünün yok olduğunu da anlıyorsunuz. Çünkü Ana’nın son kez babasıyla ettiği dans, Medem’i Medem yapan şey. Böyle basit çocukça hamleler değil.
a dangerous method
A Dangerous Method (David Cronenberg)=2
Yine aynı sorunla karşı karşıyayız. Şimdi sizden şunu istiyorum: Filmdeki tüm karakterleri bir anlığına sıradanlaştırın. Freud’u, Jung’u, Spielrein’ı alın, yerine o dönemde yaşamış deneyimsiz psikanalistleri koyun. O zaman ne derdik biliyor musunuz? “Bu film saçma salak bir aşkı anlatıyor ve bundan bize ne?” derdik. Şimdi öyle demiyoruz, yani öyle demeyeceğimiz var sayılıyor çünkü dünyaya yön vermiş kişilerle burun burunayız. Oysa Jung-Freud karşıtlığı desen değil, Jung-Spielrein aşkı desen değil; o dönemde dolaşan, herkese şöyle bir uğrayan Cronenberg kamerası var elimizde ama o kadar. Dünyanın en muazzam iki psikanalistinin görüşlerini ilkokul seviyesinde vererek koca bir dünyaya haksızlık ettiği için bile sevilmeyebilir bu film. Cronenberg’e olan aşkım galiba sona erdi. Çünkü o filmleri çeken büyük adamın bu adam olmadığı kesin.
Yine aynı sorunla karşı karşıyayız. Şimdi sizden şunu istiyorum: Filmdeki tüm karakterleri bir anlığına sıradanlaştırın. Freud’u, Jung’u, Spielrein’ı alın, yerine o dönemde yaşamış deneyimsiz psikanalistleri koyun. O zaman ne derdik biliyor musunuz? “Bu film saçma salak bir aşkı anlatıyor ve bundan bize ne?” derdik. Şimdi öyle demiyoruz, yani öyle demeyeceğimiz var sayılıyor çünkü dünyaya yön vermiş kişilerle burun burunayız. Oysa Jung-Freud karşıtlığı desen değil, Jung-Spielrein aşkı desen değil; o dönemde dolaşan, herkese şöyle bir uğrayan Cronenberg kamerası var elimizde ama o kadar. Dünyanın en muazzam iki psikanalistinin görüşlerini ilkokul seviyesinde vererek koca bir dünyaya haksızlık ettiği için bile sevilmeyebilir bu film. Cronenberg’e olan aşkım galiba sona erdi. Çünkü o filmleri çeken büyük adamın bu adam olmadığı kesin.
the skin i live in
The Skin I Live in (Pedro Almodovar)=3
Almodovar tüm hayati temalarını böyle bir filmde bir araya getirip, kendi tarzından hayli uzak, ama tematik olarak bu tarzın zirveye ulaştığı bir film çekmiş. Bilimi akıl almaz emeller için harcayan modern bir Frankenstein’dan, cinsiyet kavramına kültür ve öz çatışması açısından bakan bu film erkeklere şöyle bir soru soruyor: “bir yıldır birlikte olduğunuz bir kadının bundan önce erkek olduğunu öğrenirseniz ne olur?” Dahası şöyle inanılmaz bir hamlesi de mevcut: bir kadına aşıksınız ama kadın lezbiyen olduğu için sizinle çıkmıyor. Bir anlığına bu kadınla sevişmek için kadın olmak ister miydiniz? Almodovar’dan benim öğrendiğim şeyse şu: ben net bir özcüyüm bu konuda. Dünyalar güzeli Elena Anaya benimle birlikte olmaya karar verse ve ben de filmdeki gibi onun bundan önce bir erkek olduğunu öğrensem kendisini bırakın öpmeyi, elini bile tutamam sanırım. Almodovar’ın başarısı da Banderas gibi bir erkeği, Anaya gibi bir kadınla öpüştürürken (akıl alır gibi değil ama) mide bulandırmayı başarması. Yine de çok iyi bir film değil The Skin I Live in. Hem her şeyiyle bu kadar üzerine oynadığı finalini başından belli ettiği, hem de yaratmak istediği atmosfere rağmen elindeki malzemenin fazla ‘didaktik’ olması nedeniyle. Cronenberg bambaşka bir film çıkarabilirdi bundan örneğin.
Almodovar tüm hayati temalarını böyle bir filmde bir araya getirip, kendi tarzından hayli uzak, ama tematik olarak bu tarzın zirveye ulaştığı bir film çekmiş. Bilimi akıl almaz emeller için harcayan modern bir Frankenstein’dan, cinsiyet kavramına kültür ve öz çatışması açısından bakan bu film erkeklere şöyle bir soru soruyor: “bir yıldır birlikte olduğunuz bir kadının bundan önce erkek olduğunu öğrenirseniz ne olur?” Dahası şöyle inanılmaz bir hamlesi de mevcut: bir kadına aşıksınız ama kadın lezbiyen olduğu için sizinle çıkmıyor. Bir anlığına bu kadınla sevişmek için kadın olmak ister miydiniz? Almodovar’dan benim öğrendiğim şeyse şu: ben net bir özcüyüm bu konuda. Dünyalar güzeli Elena Anaya benimle birlikte olmaya karar verse ve ben de filmdeki gibi onun bundan önce bir erkek olduğunu öğrensem kendisini bırakın öpmeyi, elini bile tutamam sanırım. Almodovar’ın başarısı da Banderas gibi bir erkeği, Anaya gibi bir kadınla öpüştürürken (akıl alır gibi değil ama) mide bulandırmayı başarması. Yine de çok iyi bir film değil The Skin I Live in. Hem her şeyiyle bu kadar üzerine oynadığı finalini başından belli ettiği, hem de yaratmak istediği atmosfere rağmen elindeki malzemenin fazla ‘didaktik’ olması nedeniyle. Cronenberg bambaşka bir film çıkarabilirdi bundan örneğin.
11 Ağustos 2012 Cumartesi
the girl next door (luke greenfield)
The Girl Next Door (Luke Greenfield)=3
Son zamanlarda bu kadar çok birbiri ardına sürekli yeni kulvarlara girerek ilerleyen bir film izlememiştim. Film belki dört kere filan bitecek gibi olup yeniden başlayarak garip açılımlar içine giriyor. Basit bir ineklerin intikamından, birden porno yıldızıyla aşk yaşanabilir mi’ye, oradan okulun verdiği bursun kazanılamamasıyla 'mainstream' olmaktan uzaklaşmaya, derken porno camiasında parlayıp zengin olmaya giden deli saçması bir film var karşımızda. Filmin en büyük artısı ise kendini ciddiye almadığını deklare etmesi. Evet, bir müddet sonra klasik romantik komedi olmadığı için baymaya başlıyor ama eğlenceli olduğu da muhakkak.
room in rome
Room in Rome (Julio Medem)=4,5
Medem’in bu filmi birçok kişi tarafından hiç beğenilmedi ve filmografisindeki en zayıf halkalardan biri olarak görüldü. Film sahte entelektüelliğinden, kötü diyaloglarından tutun, komik sembol kullanımına ve amaçsız olmasına kadar bir sürü açıdan eleştirildi. Size şu kadarını söyleyeyim: bu filmin yönetmeni Bertolluci olsaydı izleyenler yere göğe koyamazlardı. Medem’in bu filmini izlerken aklıma Stealing Beauty, Midnight in Paris ve 9,5 Weeks geldi. Ortak noktaları şu: ilki Bertolucci’nin yarattığı ve olmak istediği, İtalya’nın uçsuz bucaksız ovalarında, Toscana’da yaratılan bir fantezi dünyası. İkincisi, kadınların, şarabın, jazz’ın ve entelektüellerin olduğu, Woody Allen’ın yarattığı fantezi dünyası. Üçüncüsü ise Adrian Lyne’ın bir seks ilişkisi üzerinden yarattığı ve bitmeye mahkum fantezisi... Room in Rome ise, açıkça görülüyor ki Medem’in erkek gözüyle baktığı ve kafasında canlandırdığı net bir rüya fantezisi. Birbirinden güzel iki kadının tüm film boyunca çıplak takıldığı, Avrupa’nın tarih kokan ve en güzel şehirlerinden biri olan Roma’nın mekan seçildiği; içinde aşk, seks, acı, pişmanlık olan ve muhteşem freskolarla müziklerin arz-ı endam ettiği bir görsel zevkler bütünü bu film. Yalanların aslında gerçeklerden birer parça olarak söylenmesi, aralara düşünmeye teşvik edecek müthiş nüansların konulması (aldatmak, kadınlık/lezbiyenlik, kadının babası kendisini değil de kardeşini taciz ediyor diye üzülmesi, fantezi/gerçeklik vb) ve filmin bilinçli bir kararla ayrılıkla bitmesi (fantezisine kapılmayan Medem) filmi küçük çaplı bir başyapıta dönüştürüyor.
Medem’in bu filmi birçok kişi tarafından hiç beğenilmedi ve filmografisindeki en zayıf halkalardan biri olarak görüldü. Film sahte entelektüelliğinden, kötü diyaloglarından tutun, komik sembol kullanımına ve amaçsız olmasına kadar bir sürü açıdan eleştirildi. Size şu kadarını söyleyeyim: bu filmin yönetmeni Bertolluci olsaydı izleyenler yere göğe koyamazlardı. Medem’in bu filmini izlerken aklıma Stealing Beauty, Midnight in Paris ve 9,5 Weeks geldi. Ortak noktaları şu: ilki Bertolucci’nin yarattığı ve olmak istediği, İtalya’nın uçsuz bucaksız ovalarında, Toscana’da yaratılan bir fantezi dünyası. İkincisi, kadınların, şarabın, jazz’ın ve entelektüellerin olduğu, Woody Allen’ın yarattığı fantezi dünyası. Üçüncüsü ise Adrian Lyne’ın bir seks ilişkisi üzerinden yarattığı ve bitmeye mahkum fantezisi... Room in Rome ise, açıkça görülüyor ki Medem’in erkek gözüyle baktığı ve kafasında canlandırdığı net bir rüya fantezisi. Birbirinden güzel iki kadının tüm film boyunca çıplak takıldığı, Avrupa’nın tarih kokan ve en güzel şehirlerinden biri olan Roma’nın mekan seçildiği; içinde aşk, seks, acı, pişmanlık olan ve muhteşem freskolarla müziklerin arz-ı endam ettiği bir görsel zevkler bütünü bu film. Yalanların aslında gerçeklerden birer parça olarak söylenmesi, aralara düşünmeye teşvik edecek müthiş nüansların konulması (aldatmak, kadınlık/lezbiyenlik, kadının babası kendisini değil de kardeşini taciz ediyor diye üzülmesi, fantezi/gerçeklik vb) ve filmin bilinçli bir kararla ayrılıkla bitmesi (fantezisine kapılmayan Medem) filmi küçük çaplı bir başyapıta dönüştürüyor.
rec
Rec (J. Balaguero, P. Plaza)=2,5
Found Footage tarzı bir İspanyol korku filmi. Rec’in en büyük sorunu senaryosunun zayıflığı, hatta bir senaryoya sahip olmaması. Hatırlayın, Blair Cadısı’nda gençler bir cadının peşine düşüyor; Cloverfield’ta, yaratıkla cebelleşmenin yanında yine bir grup genç, arkadaşlarını aramaya yola çıkıyor; Paranormal Activity’de ise kıza musallat olan bir cinin izini sürüyorduk. Bu filmleri ayakta tutan ve izleyicisini kurduğu atmosfere kolaylıkla dahil eden şey bu tekniğin merak duygusuyla harmanlanmasıdır. Rec ise bizi bir apartmana hapsedip bir sürü zombi göstermekten öteye gidemiyor. Mağaraya inip orada sıkışan ve mağara adamlarıyla cebelleşmek zorunda kalan kadınların hikayesini anlatan Descent filmini anımsayın. Tüm o cebelleşme arasına; iki kadın arasında yaratılan gizli husumeti, baş karakterin ailesini kazada kaybettiği için yaşadığı travmayı filan nasıl başarıyla yedirdiğini düşünün filmin. Rec, hayvanların teker teker boğazlandığı bir kurban bayramı gününün el kamerasıyla çekilmiş hali gibi… Son anda senaryosunda bir gelişme oluyor, hakkını vermek lazım, ama sonuçta iskeletinin zayıf olduğu gerçeği değişmiyor. Bir kez daha burada o meşhur klişeyi yok sayarak belirtelim: Rec çok korkunç bir film, ama iyi bir film değil.
Found Footage tarzı bir İspanyol korku filmi. Rec’in en büyük sorunu senaryosunun zayıflığı, hatta bir senaryoya sahip olmaması. Hatırlayın, Blair Cadısı’nda gençler bir cadının peşine düşüyor; Cloverfield’ta, yaratıkla cebelleşmenin yanında yine bir grup genç, arkadaşlarını aramaya yola çıkıyor; Paranormal Activity’de ise kıza musallat olan bir cinin izini sürüyorduk. Bu filmleri ayakta tutan ve izleyicisini kurduğu atmosfere kolaylıkla dahil eden şey bu tekniğin merak duygusuyla harmanlanmasıdır. Rec ise bizi bir apartmana hapsedip bir sürü zombi göstermekten öteye gidemiyor. Mağaraya inip orada sıkışan ve mağara adamlarıyla cebelleşmek zorunda kalan kadınların hikayesini anlatan Descent filmini anımsayın. Tüm o cebelleşme arasına; iki kadın arasında yaratılan gizli husumeti, baş karakterin ailesini kazada kaybettiği için yaşadığı travmayı filan nasıl başarıyla yedirdiğini düşünün filmin. Rec, hayvanların teker teker boğazlandığı bir kurban bayramı gününün el kamerasıyla çekilmiş hali gibi… Son anda senaryosunda bir gelişme oluyor, hakkını vermek lazım, ama sonuçta iskeletinin zayıf olduğu gerçeği değişmiyor. Bir kez daha burada o meşhur klişeyi yok sayarak belirtelim: Rec çok korkunç bir film, ama iyi bir film değil.
livide
Livide (A. Bustillo, J. Maury)=2,5
Inside’ın yönetmeni Bustillo'yu o filmden sonra takibe aldım. Livide, kendisinin ikinci filmi ve Inside’tan çok farklı ve ondan daha kötü olduğu kesin. Bir kere İnside, bir noktadan sonra 'göstere göstere' korkuttuğu için izleyicisine kaçacak yer bırakmayan bir filmdi. Livide, tam tersine usul usul, sessizce, derinden korkutmaya çalışıyor ve böylece klasik korku sinemasına daha yakın duruyor. Bir noktaya kadar perili ev öyküsünden başka bir halta yaramayacağını düşündüğümüz film, son on beş dakikasında inanılmaz yönlere gidiveriyor. Klasik perili ev öyküsü yerini, Edvard Makaseller tarzı bir makine-kıza, ruhsal geçişe, vampirlere filan bırakıyor. Bustillo’da sağlam bir kumaş olduğu belli, ama son on beş dakikadaki o büyülü dünya kurtarmaya yetmiyor filmi. Belki de Bustillo adına yanlış proje demeliyiz bu film için. Veya doğru tercihse, Inside bir tesadüftü.
Inside’ın yönetmeni Bustillo'yu o filmden sonra takibe aldım. Livide, kendisinin ikinci filmi ve Inside’tan çok farklı ve ondan daha kötü olduğu kesin. Bir kere İnside, bir noktadan sonra 'göstere göstere' korkuttuğu için izleyicisine kaçacak yer bırakmayan bir filmdi. Livide, tam tersine usul usul, sessizce, derinden korkutmaya çalışıyor ve böylece klasik korku sinemasına daha yakın duruyor. Bir noktaya kadar perili ev öyküsünden başka bir halta yaramayacağını düşündüğümüz film, son on beş dakikasında inanılmaz yönlere gidiveriyor. Klasik perili ev öyküsü yerini, Edvard Makaseller tarzı bir makine-kıza, ruhsal geçişe, vampirlere filan bırakıyor. Bustillo’da sağlam bir kumaş olduğu belli, ama son on beş dakikadaki o büyülü dünya kurtarmaya yetmiyor filmi. Belki de Bustillo adına yanlış proje demeliyiz bu film için. Veya doğru tercihse, Inside bir tesadüftü.
7 Ağustos 2012 Salı
aşk tesadüfleri sever
Aşk Tesadüfleri Sever (Ömer Faruk Sorak)=1,5
Aynı zamanda, aynı hastanede doğ; aynı yerde birlikte büyü; 25 yıl sonra tekrar bir araya gel ve birbirine aşık olunca da buna "tesadüf değil" de. Aşkın insanı kanser eden saçma sapan yönlerini biliyorduk ama bu yönünü bilmiyorduk. Şimdi şunu sorarak başlayalım: birer yetişkin olan Deniz ve Özgür'ün zamanında bir arada yaşadıkları çocukluklarına gidiş gelişlerle tanık oluyoruz. Sırf geçmişe gidiyoruz diye Deniz’in ailesine odaklanıyoruz ya, Deniz’in annesinin aldatıldığını görüyoruz. İyi ama bundan bize ne? Bunun film boyunca hiçbir getirisi olmuyor. Özgür'ün babasıyla zoraki yaratıldığı açıkça belli olan saçma sapan 'baba-oğul' kavgası... Hepsini geçtim, tam film adam oldu derken –Özgür’ü hastaneye götüren kişinin Deniz’in sevgilisi olması ve filmin bizi müthiş bir ikilemin ortasında bırakacağını umduğumuz çocukça inanç- Deniz’in trafik kazasında ölmesi filan… Bu filmin derdi bir şeyler anlatmak değil, bu filmin derdi izleyiciyi manipüle etmek. Bu arada Belçim Bilgin akıl almaz kötü bir oyunculuk sergiliyor. Filmin tek artısı da bu...
Aynı zamanda, aynı hastanede doğ; aynı yerde birlikte büyü; 25 yıl sonra tekrar bir araya gel ve birbirine aşık olunca da buna "tesadüf değil" de. Aşkın insanı kanser eden saçma sapan yönlerini biliyorduk ama bu yönünü bilmiyorduk. Şimdi şunu sorarak başlayalım: birer yetişkin olan Deniz ve Özgür'ün zamanında bir arada yaşadıkları çocukluklarına gidiş gelişlerle tanık oluyoruz. Sırf geçmişe gidiyoruz diye Deniz’in ailesine odaklanıyoruz ya, Deniz’in annesinin aldatıldığını görüyoruz. İyi ama bundan bize ne? Bunun film boyunca hiçbir getirisi olmuyor. Özgür'ün babasıyla zoraki yaratıldığı açıkça belli olan saçma sapan 'baba-oğul' kavgası... Hepsini geçtim, tam film adam oldu derken –Özgür’ü hastaneye götüren kişinin Deniz’in sevgilisi olması ve filmin bizi müthiş bir ikilemin ortasında bırakacağını umduğumuz çocukça inanç- Deniz’in trafik kazasında ölmesi filan… Bu filmin derdi bir şeyler anlatmak değil, bu filmin derdi izleyiciyi manipüle etmek. Bu arada Belçim Bilgin akıl almaz kötü bir oyunculuk sergiliyor. Filmin tek artısı da bu...
source code
Source Code (Duncan Jones)=3
"Moon” ile süper sade ve oldukça sakin bir film çeken Jones, bu ikinci filminde bilim kurguyla yoluna devam ediyor etmesine ama bu sefer soluk soluğa bir aksiyon filmine imza atıyor. Hemen her sahnesi aynı olmasına rağmen (aynı mekan ve zamana sürekli geri gönderilen bir yüzbaşı söz konusu) hiçbir şekilde kendini tekrar etmeyen, izleyicisini gerilimine dahil eden, başarılı bir film Source Code. Bir miktar gizem, bir miktar aşk ve biraz da duygusallık böyle bir filmde iyi gitmiş, orası kesin; ama her şeyin oluruna vardığı finalden sonraki 'esas' finalden; 12 Monkeys gibi bir şey beklemek de doğrusu çok çocukça. Ben bekledim, içimdeki çocuk hala yaşıyor yani. Duncan Jones’a ama kendi senaryosu sanki daha çok yakışıyor.
"Moon” ile süper sade ve oldukça sakin bir film çeken Jones, bu ikinci filminde bilim kurguyla yoluna devam ediyor etmesine ama bu sefer soluk soluğa bir aksiyon filmine imza atıyor. Hemen her sahnesi aynı olmasına rağmen (aynı mekan ve zamana sürekli geri gönderilen bir yüzbaşı söz konusu) hiçbir şekilde kendini tekrar etmeyen, izleyicisini gerilimine dahil eden, başarılı bir film Source Code. Bir miktar gizem, bir miktar aşk ve biraz da duygusallık böyle bir filmde iyi gitmiş, orası kesin; ama her şeyin oluruna vardığı finalden sonraki 'esas' finalden; 12 Monkeys gibi bir şey beklemek de doğrusu çok çocukça. Ben bekledim, içimdeki çocuk hala yaşıyor yani. Duncan Jones’a ama kendi senaryosu sanki daha çok yakışıyor.
closer
Closer (Mike Nichols)=2,5
Kadın-erkek ilişkisini anlatan filmler arasında birçok kişinin favori filmlerindendir Closer. Oysa bu filmde Nichols, göstermek istediklerini göstermiyor da, adeta bir geveze gibi aralıksızca konuşarak anlatmaya çalışıyor. Üstelik algı dünyasını da olabildiğince küçülterek, filmini dar bir alana sıkıştırmaktan da geri durmuyor. Çiftler, ping pong topu gibi bir o yana gidiyorlar, bir bu yana. İlk önce o onu aldatıyor, sonra o da onunla sevişiyor, derken erkeklerin seksle kafayı bozdukları, kadınlarınsa duygusal varlıklar oldukları ortaya çıkıyor. Filmin bana yaşattığı duygu şu: "kadın-erkek ilişkileri üzerine bir seminer, bu akşam IKSV'de..." Tadjedin'in Last Night'ı bu açıdan on gömlek daha üstün… Sinemanın dini ritüellerine karşı geliyorum ama yapacak bir şey yok.
Kadın-erkek ilişkisini anlatan filmler arasında birçok kişinin favori filmlerindendir Closer. Oysa bu filmde Nichols, göstermek istediklerini göstermiyor da, adeta bir geveze gibi aralıksızca konuşarak anlatmaya çalışıyor. Üstelik algı dünyasını da olabildiğince küçülterek, filmini dar bir alana sıkıştırmaktan da geri durmuyor. Çiftler, ping pong topu gibi bir o yana gidiyorlar, bir bu yana. İlk önce o onu aldatıyor, sonra o da onunla sevişiyor, derken erkeklerin seksle kafayı bozdukları, kadınlarınsa duygusal varlıklar oldukları ortaya çıkıyor. Filmin bana yaşattığı duygu şu: "kadın-erkek ilişkileri üzerine bir seminer, bu akşam IKSV'de..." Tadjedin'in Last Night'ı bu açıdan on gömlek daha üstün… Sinemanın dini ritüellerine karşı geliyorum ama yapacak bir şey yok.
bir zamanlar anadolu'da
Bir Zamanlar Anadolu’da (N. B. Ceylan)=5
N. B. Ceylan, sadece Türk sinemasına değil, dünya sinemasına unutulmaz bir başyapıt ihsan eyledi. Bunca zaman, sinemasında kendisini didik didik eden, bir nevi kendisini otopsi masasına yatıran Ceylan, algı dünyasını Üç Maymun’la bir aileye, nihayetinde de Türkiye’ye kadar genişletti. Ama bu öylesine akıl almaz bir Türkiye portesi ki, içinden %100 Anadolu çıkarabildiğin gibi, insanoğlunun kendisine ait bir çuval şey de çıkarabilirsin. Senaryosunda nerdeyse hiçbir sürpriz ve şaşırtıcı unsur bulunmamasına ve hikayesinin altı üstü ‘ceset bulunur ve otopsisi yapılır’ şeklinde özetlenmesine rağmen; nasıl olur da bir film bir ülkeyi anlatmada bu kadar başarılı olur? Benim çocukluktan bu yana hep ‘sinema’ dendiğinde kafamda yarattığım o dünyaya birebir uyan, sinemanın ne olduğuyla ilgili ders niteliğinde okutulacak akıl almaz bir fizik ötesi film olduğunu düşünüyorum bu filmin. Ceylan, zaman zaman öyle bir dünyaya götürüyor ki bizi, o dünyada yaşamın kaynağını, bir öze ulaşmayı, bir bilginin –ne olduğunu bilmediğimiz bir şeyin- peşinden koşmayı düşünürken buluyoruz kendimizi.
N. B. Ceylan, sadece Türk sinemasına değil, dünya sinemasına unutulmaz bir başyapıt ihsan eyledi. Bunca zaman, sinemasında kendisini didik didik eden, bir nevi kendisini otopsi masasına yatıran Ceylan, algı dünyasını Üç Maymun’la bir aileye, nihayetinde de Türkiye’ye kadar genişletti. Ama bu öylesine akıl almaz bir Türkiye portesi ki, içinden %100 Anadolu çıkarabildiğin gibi, insanoğlunun kendisine ait bir çuval şey de çıkarabilirsin. Senaryosunda nerdeyse hiçbir sürpriz ve şaşırtıcı unsur bulunmamasına ve hikayesinin altı üstü ‘ceset bulunur ve otopsisi yapılır’ şeklinde özetlenmesine rağmen; nasıl olur da bir film bir ülkeyi anlatmada bu kadar başarılı olur? Benim çocukluktan bu yana hep ‘sinema’ dendiğinde kafamda yarattığım o dünyaya birebir uyan, sinemanın ne olduğuyla ilgili ders niteliğinde okutulacak akıl almaz bir fizik ötesi film olduğunu düşünüyorum bu filmin. Ceylan, zaman zaman öyle bir dünyaya götürüyor ki bizi, o dünyada yaşamın kaynağını, bir öze ulaşmayı, bir bilginin –ne olduğunu bilmediğimiz bir şeyin- peşinden koşmayı düşünürken buluyoruz kendimizi.
c.r.a.z.y.
C.R.A.Z.Y. (Jean-Marc Vallee)=3
Zachary gay mi değil mi, diye düşüne düşüne iki saatlik filmi sona erdirdiğimiz bir aile dramı veya eğlencesi… Şimdi şöyle soralım: Zachary’de film boyunca olduğu söylenen İsa’vari insanları iyileştirme yeteneğinin; Zachary’nin finale doğru doğuya yaptığı ziyaretin filan filme gerçekten bir şeyler kattığını düşünüyor musunuz? Garip bir şekilde, cidden tuhaf ama, iki saati bulan bu filmde aslında olay örgüsü yok! Zachary sürekli bocalıyor, babası sürekli kafayı yiyor, sürekli yılbaşı oluyor ve kardeşlerden biri evleniyor, biri ölüyor ve film bitiyor. Bunlara rağmen filmin ‘an’ yakalamada çok büyük mahareti olduğu kesin. Marc Vallee’nin atmosfer yaratmadaki başarısı olmasa, bu film tepe takla gidebilirmiş.
Zachary gay mi değil mi, diye düşüne düşüne iki saatlik filmi sona erdirdiğimiz bir aile dramı veya eğlencesi… Şimdi şöyle soralım: Zachary’de film boyunca olduğu söylenen İsa’vari insanları iyileştirme yeteneğinin; Zachary’nin finale doğru doğuya yaptığı ziyaretin filan filme gerçekten bir şeyler kattığını düşünüyor musunuz? Garip bir şekilde, cidden tuhaf ama, iki saati bulan bu filmde aslında olay örgüsü yok! Zachary sürekli bocalıyor, babası sürekli kafayı yiyor, sürekli yılbaşı oluyor ve kardeşlerden biri evleniyor, biri ölüyor ve film bitiyor. Bunlara rağmen filmin ‘an’ yakalamada çok büyük mahareti olduğu kesin. Marc Vallee’nin atmosfer yaratmadaki başarısı olmasa, bu film tepe takla gidebilirmiş.
çoğunluk
Çoğunluk (Seren Yüce)=2,5
Çoğunluk’un derdi, orta sınıf Beyaz Türkler’i eleştirmek değil, yerin dibine sokmak adeta. Yanlış yere park eden araca zarar vermek, çevreyi kirletmek, eve gelen hizmetçi kadını darp etmek, yolsuzluk, rüşvet... Ne ararsan var bu kesimde. Şimdi Seren Yüce çıkıp "var, ben gördüklerimi anlattım" diyecek. İşin garibi ben de ona katıldığımı söyleyeceğim; ama sinema dediğimiz dünya gerçeklerin olduğu gibi anlatıldığında başarılı olunan bir dünya değil. Örneğin polise rüşvet vererek işini hallettiren sadece Beyaz Türkler mi? Tamam, rüşvet veren bir Beyaz Türk anlatmak da isteyebilirsiniz, ama eve gelen hizmetçi kadının öldüğünü öğrenen evin erkeklerinden ne yapmasını bekliyorsunuz? Seren Yüce, en basit anlamda kolaya kaçıyor. Eğer gerçekten bizi şaşırtmak isteseydi, tam da ölen hizmetçi için dakikalarca ağlayan bir Mertkan'la karşılaşmamızı sağlayabilirdi. Ya da ücra köşelerde oturan ve ailesinin memleketine geri götürmeye çalıştığı Öteki bir Kürt kızı değil, tam tersine Beyaz bir Kürt kızı yaratırdı. Çoğunluk, bu haliyle, en ilkel drama tekniklerini kullanan ilk Yunan oyunlarından farksız duruyor.
Çoğunluk’un derdi, orta sınıf Beyaz Türkler’i eleştirmek değil, yerin dibine sokmak adeta. Yanlış yere park eden araca zarar vermek, çevreyi kirletmek, eve gelen hizmetçi kadını darp etmek, yolsuzluk, rüşvet... Ne ararsan var bu kesimde. Şimdi Seren Yüce çıkıp "var, ben gördüklerimi anlattım" diyecek. İşin garibi ben de ona katıldığımı söyleyeceğim; ama sinema dediğimiz dünya gerçeklerin olduğu gibi anlatıldığında başarılı olunan bir dünya değil. Örneğin polise rüşvet vererek işini hallettiren sadece Beyaz Türkler mi? Tamam, rüşvet veren bir Beyaz Türk anlatmak da isteyebilirsiniz, ama eve gelen hizmetçi kadının öldüğünü öğrenen evin erkeklerinden ne yapmasını bekliyorsunuz? Seren Yüce, en basit anlamda kolaya kaçıyor. Eğer gerçekten bizi şaşırtmak isteseydi, tam da ölen hizmetçi için dakikalarca ağlayan bir Mertkan'la karşılaşmamızı sağlayabilirdi. Ya da ücra köşelerde oturan ve ailesinin memleketine geri götürmeye çalıştığı Öteki bir Kürt kızı değil, tam tersine Beyaz bir Kürt kızı yaratırdı. Çoğunluk, bu haliyle, en ilkel drama tekniklerini kullanan ilk Yunan oyunlarından farksız duruyor.
fish tank
Fish Tank (Andrea Arnold)=3,5
Mia, hayatında anlam arayan, boşlukta bir genç kız. Eve gelip annesiyle birlikte olan Connor’a gün geçtikçe kendini kaptırıyor. Zaman içinde aralarındaki elektrik kendini belli ettikçe, filmin bütün derdi bu çiftin ne yapacağına odaklanıyor. Ama Arnold'ın hemen her deliği kapadığı, mutluluğu çağrıştıracak hemen her şeyi yok ettiği bu filmde, herkes adeta kapana kısılmış durumda, filmin adı da buradan geliyor zaten. Bir umut ışığı numarası Mia’nın dans yarışını kazanması üzerine, ama zaten filmin atmosferinden bunun gerçekleşmeyeceği de aşikar. Mia ile Connor birlikte oluyor, Mia annesinin sevgilisiyle yatmış oluyor, Connor sevgilisini annesinin kızıyla aldatmış oluyor. Sonradan Connor'ın evli olduğu ortaya çıkınca, aldatma ve ihanet yarışında Connor karısını da aldattığı için birinciliğe yerleşiyor. Gerçekçi film çekmek böyle bir şey işte.
Mia, hayatında anlam arayan, boşlukta bir genç kız. Eve gelip annesiyle birlikte olan Connor’a gün geçtikçe kendini kaptırıyor. Zaman içinde aralarındaki elektrik kendini belli ettikçe, filmin bütün derdi bu çiftin ne yapacağına odaklanıyor. Ama Arnold'ın hemen her deliği kapadığı, mutluluğu çağrıştıracak hemen her şeyi yok ettiği bu filmde, herkes adeta kapana kısılmış durumda, filmin adı da buradan geliyor zaten. Bir umut ışığı numarası Mia’nın dans yarışını kazanması üzerine, ama zaten filmin atmosferinden bunun gerçekleşmeyeceği de aşikar. Mia ile Connor birlikte oluyor, Mia annesinin sevgilisiyle yatmış oluyor, Connor sevgilisini annesinin kızıyla aldatmış oluyor. Sonradan Connor'ın evli olduğu ortaya çıkınca, aldatma ve ihanet yarışında Connor karısını da aldattığı için birinciliğe yerleşiyor. Gerçekçi film çekmek böyle bir şey işte.
last night (massy tadjedin)
Last Night (Massy Tadjedin)=5
Kadın ve erkeğin doğasına ait ne varsa, adeta ilmik ilmik işleyen, bunu hiçbir oyuncaklı hamleye gerek duymadan tüm doğallığıyla yapmayı başaran, hatta zaman zaman hamlelerini inanılmaz başarılı yaptığı için, izleyicisini bir korku filmindeymiş gibi geren bir filmle karşı karşıyayız. Last Night’ın hiçbir gereksiz sahnesi yok ve kim ne derse desin, Tadjedin ortaya öyle bir film koyuyor ki, birbirinden farklı onlarca fikir tartışması yaratabiliyor. Ekşi’de şöyle bir dolaşır veya filmle ilgili eleştirileri okursanız, herkesin meşrebine göre erkekleri veya kadınları suçladığını, yönetmenin bizzat seksist davrandığını söyleyenlere kadar bir sürü fikir göreceksiniz. Last Night'ın başarısı da bu aslında. O kadar başarılı bir film ki, kadın-erkek arasındaki aldatma olayında kimin haklı olduğunun tartışmasını iki sevgili sabaha kadar yapabilir. Sıkıcı, klişe ve entel olmakla suçlandığına bakmayın siz. Bir ilk film olarak taze bir başyapıtla karşı karşıyasınız.
(bkz: ayrıca filmin süper ayrıntılı bir analizi için buraya:
http://kesmecefilm.blogspot.com/2012/07/last-night-massy-tadjedin.html)
Kadın ve erkeğin doğasına ait ne varsa, adeta ilmik ilmik işleyen, bunu hiçbir oyuncaklı hamleye gerek duymadan tüm doğallığıyla yapmayı başaran, hatta zaman zaman hamlelerini inanılmaz başarılı yaptığı için, izleyicisini bir korku filmindeymiş gibi geren bir filmle karşı karşıyayız. Last Night’ın hiçbir gereksiz sahnesi yok ve kim ne derse desin, Tadjedin ortaya öyle bir film koyuyor ki, birbirinden farklı onlarca fikir tartışması yaratabiliyor. Ekşi’de şöyle bir dolaşır veya filmle ilgili eleştirileri okursanız, herkesin meşrebine göre erkekleri veya kadınları suçladığını, yönetmenin bizzat seksist davrandığını söyleyenlere kadar bir sürü fikir göreceksiniz. Last Night'ın başarısı da bu aslında. O kadar başarılı bir film ki, kadın-erkek arasındaki aldatma olayında kimin haklı olduğunun tartışmasını iki sevgili sabaha kadar yapabilir. Sıkıcı, klişe ve entel olmakla suçlandığına bakmayın siz. Bir ilk film olarak taze bir başyapıtla karşı karşıyasınız.
(bkz: ayrıca filmin süper ayrıntılı bir analizi için buraya:
http://kesmecefilm.blogspot.com/2012/07/last-night-massy-tadjedin.html)
5 Ağustos 2012 Pazar
devil
Devil (J. E. Dowdle)=3
Shyamalan’ın tüm hayat felsefesini bu filmde bulmanız mümkün. Hem de en bütünlüklü ve eksiksiz şekilde. Bir asansörde kapalı kalan 5 kişinin bir müddet sonra teker teker ölmeye başladığı bir gerilim filmi. Belli başlı klasik korku yöntemlerini kullanmasına sesimizi çıkarmamamız normal, nihayetinde asansörde gerilim kolay iş değil. Fakat, insanoğlu işte, bir müddet sonra filmin inandırıcılığı öylesine sınırları zorluyor ki, ister istemez filmden kopmaya başlıyoruz. Şeytanın kim olduğunun tahmin edilmemesi için baş vurulan oyun fena sayılmaz, ama Shyamalan’ı yakından tanıyınca, baştaki ailesini kaybetmiş dedektifin öyküsünün nereye bağlanacağını bir çırpıda anlayıveriyoruz. Shyamalan "Straight Story" tarzında bir hikaye anlatmadığı sürece artık şaşırmamız pek mümkün değil galiba.
Shyamalan’ın tüm hayat felsefesini bu filmde bulmanız mümkün. Hem de en bütünlüklü ve eksiksiz şekilde. Bir asansörde kapalı kalan 5 kişinin bir müddet sonra teker teker ölmeye başladığı bir gerilim filmi. Belli başlı klasik korku yöntemlerini kullanmasına sesimizi çıkarmamamız normal, nihayetinde asansörde gerilim kolay iş değil. Fakat, insanoğlu işte, bir müddet sonra filmin inandırıcılığı öylesine sınırları zorluyor ki, ister istemez filmden kopmaya başlıyoruz. Şeytanın kim olduğunun tahmin edilmemesi için baş vurulan oyun fena sayılmaz, ama Shyamalan’ı yakından tanıyınca, baştaki ailesini kaybetmiş dedektifin öyküsünün nereye bağlanacağını bir çırpıda anlayıveriyoruz. Shyamalan "Straight Story" tarzında bir hikaye anlatmadığı sürece artık şaşırmamız pek mümkün değil galiba.
paris je’taime
Paris Je’taime
22 ayrı yönetmenin birbirinden kısa olan 22 ayrı filminden oluşuyor Paris Je’taime. Hikayelerin tamamı Paris'te geçtiği için de ister istemez hikayelerin çoğu aşkla ilgili... Filmlerin çoğu bir şeyler anlatacak zaman aralığına sahip olmadıklarından nerdeyse minicik bir an'ı göstermekle ilgileniyorlar. Örneğin Cuaron’ın filmi, kaldırım boyunca sohbet eden bir baba-kızı anlatmakla yetiniyor. Christopher Doyle kısacık süreye dünyaları sığdıracak kadar ileri gidiyor. Alex Payne dünyanın en sıradan karakterini, en sıradan hikayenin içine koyup "Paris'te bile sıradanlığı, rutin hayatı yakalarım" diyor. Coenler bildiğimiz gibi, onlar da kendi dünyalarını Paris’e taşımakta sakınca görmemişler, “aşk şehri” filan, hiç taktıkları yok. Dramatik bütünlük yakalamaya çalışıp başarılı olan iki film var. Assayas ve Schmitz'in filmleri. Fakat olayı yanlış anlayıp, kısa film çekeceğine, adeta uzun metraj çekip inanılmaz bir dünya yaratan Tom Tykwer aklımızı başımızdan alıyor. Aşağıda filmi izleyebilirsiniz.
22 ayrı yönetmenin birbirinden kısa olan 22 ayrı filminden oluşuyor Paris Je’taime. Hikayelerin tamamı Paris'te geçtiği için de ister istemez hikayelerin çoğu aşkla ilgili... Filmlerin çoğu bir şeyler anlatacak zaman aralığına sahip olmadıklarından nerdeyse minicik bir an'ı göstermekle ilgileniyorlar. Örneğin Cuaron’ın filmi, kaldırım boyunca sohbet eden bir baba-kızı anlatmakla yetiniyor. Christopher Doyle kısacık süreye dünyaları sığdıracak kadar ileri gidiyor. Alex Payne dünyanın en sıradan karakterini, en sıradan hikayenin içine koyup "Paris'te bile sıradanlığı, rutin hayatı yakalarım" diyor. Coenler bildiğimiz gibi, onlar da kendi dünyalarını Paris’e taşımakta sakınca görmemişler, “aşk şehri” filan, hiç taktıkları yok. Dramatik bütünlük yakalamaya çalışıp başarılı olan iki film var. Assayas ve Schmitz'in filmleri. Fakat olayı yanlış anlayıp, kısa film çekeceğine, adeta uzun metraj çekip inanılmaz bir dünya yaratan Tom Tykwer aklımızı başımızdan alıyor. Aşağıda filmi izleyebilirsiniz.
friends with benefits
Friends with Benefits (Will Gluck)=2,5
Film, gözümüze soka soka “hadi gel fuckbody olalım” fikriyle başlayınca biz de doğal olarak “hah, farklı bir romantik komedi izleyeceğiz” sanrısına kapıldık elbette. Ama film öyle farklı sulara filan gitmeye hiç gönüllü çıkmıyor. Sadece seks arkadaşlığı arkadaşlık olarak kalmıyor elbette, içinde bol trip barındıran bir aşka dönüşüyor. Dylan’ın gay iş arkadaşı ne için filme konmuşsa, Jamie’nin annesi de aynı sebepten filmde yer alıyor. Ha, bir de Dylan’ın ailesi, yani Alzheimer babası var. Filmin esas çifti hariç, hiçbir halta yaramayan bu karakterler ara ara filmde görünüp kayboluyorlar. Hiçbir özen ve tutarlılık bulunmayan filmin tek artısı eğlenceli olması. Zaten Hollywood’a kalsa neden sonuç bağıntısı kurmadan öylesine bir film çekip vizyona koyacaklar ama daha o noktaya gelmedik. Şimdi en azından senaryoları varmış gibi yapma oyunu oynuyorlar.
Film, gözümüze soka soka “hadi gel fuckbody olalım” fikriyle başlayınca biz de doğal olarak “hah, farklı bir romantik komedi izleyeceğiz” sanrısına kapıldık elbette. Ama film öyle farklı sulara filan gitmeye hiç gönüllü çıkmıyor. Sadece seks arkadaşlığı arkadaşlık olarak kalmıyor elbette, içinde bol trip barındıran bir aşka dönüşüyor. Dylan’ın gay iş arkadaşı ne için filme konmuşsa, Jamie’nin annesi de aynı sebepten filmde yer alıyor. Ha, bir de Dylan’ın ailesi, yani Alzheimer babası var. Filmin esas çifti hariç, hiçbir halta yaramayan bu karakterler ara ara filmde görünüp kayboluyorlar. Hiçbir özen ve tutarlılık bulunmayan filmin tek artısı eğlenceli olması. Zaten Hollywood’a kalsa neden sonuç bağıntısı kurmadan öylesine bir film çekip vizyona koyacaklar ama daha o noktaya gelmedik. Şimdi en azından senaryoları varmış gibi yapma oyunu oynuyorlar.
vavien
Vavien (Taylan Bros.)=4
Vavien, müthiş bir Türk kara film örneği... Senaryosunun yönetmenlikle bu kadar uyumlu olması bu insanları bir araya getiren güce şükretmemizi gerektiriyor. Taylanlar, adeta yönetmenliklerinin zirvesindeler. Piknik sahnesine bulaştırdıkları tedirginlik hissi unutulur gibi değil. Engin Günaydın, sonu bin bir türlü bitecek filme öyle bir son hazırlamış ki, kara film türünden gidip bu sona iyi mi yoksa kötü mü demeliyiz, karar veremiyoruz. Filmin tek kusuru, kasaba hayatını yakından tanıtacağım derken, gereksiz ve olmasa da olur sahnelere yer vermesi. Celal’ın oğlunun civardaki kızlardan biriyle olan ilişkisi belki yöreyi anlatması açısından anlamlı örneğin ama filme zarar verdiği de kesin. Her şeye rağmen elimizde Coenler’inkini aratmayan bir kara film var.
Vavien, müthiş bir Türk kara film örneği... Senaryosunun yönetmenlikle bu kadar uyumlu olması bu insanları bir araya getiren güce şükretmemizi gerektiriyor. Taylanlar, adeta yönetmenliklerinin zirvesindeler. Piknik sahnesine bulaştırdıkları tedirginlik hissi unutulur gibi değil. Engin Günaydın, sonu bin bir türlü bitecek filme öyle bir son hazırlamış ki, kara film türünden gidip bu sona iyi mi yoksa kötü mü demeliyiz, karar veremiyoruz. Filmin tek kusuru, kasaba hayatını yakından tanıtacağım derken, gereksiz ve olmasa da olur sahnelere yer vermesi. Celal’ın oğlunun civardaki kızlardan biriyle olan ilişkisi belki yöreyi anlatması açısından anlamlı örneğin ama filme zarar verdiği de kesin. Her şeye rağmen elimizde Coenler’inkini aratmayan bir kara film var.
there's something about marry
There’s Something About Mary (Farrely Bros.)=4,5
Farrely Kardeşler 90’la 2000 arası çektikleri üç filmle sinema tarihine bambaşka bir dünya bağışladılar: TSAM, ilk filmleri Dump & Dumper ve Me, Myself and Irene. Onlar milenyumdan sonra düşüşe geçtiler ama sinema camiası tuvalet mizahına onlardan sonra evirildi ve bir biri ardına boy gösteren onlarca film çekildi. Bugün klasikleşmiş, kült haline gelmiş sahnelerin başında gelen bir çuval sahneyi sadece bu filmden çıkarmak mümkün. Sperm sahnesi, penisin fermuara sıkışması, köpeğe yapılan kalp masajı, bu sahnelerden en akılda kalanları. Tüm bu curcuna arasında senaryosundan fire vermeyen, çok başarılı kurgusuyla, hiç beklemesek de bizi şaşırtmayı başaran bir film bu. Ben bugün başarılı olmuş ve tuvalet mizahını su içer gibi kullanan kuşağın bu filme ve bu adamlara çok şey borçlu olduğunu düşünüyorum. Tanrı onları korusun.
Farrely Kardeşler 90’la 2000 arası çektikleri üç filmle sinema tarihine bambaşka bir dünya bağışladılar: TSAM, ilk filmleri Dump & Dumper ve Me, Myself and Irene. Onlar milenyumdan sonra düşüşe geçtiler ama sinema camiası tuvalet mizahına onlardan sonra evirildi ve bir biri ardına boy gösteren onlarca film çekildi. Bugün klasikleşmiş, kült haline gelmiş sahnelerin başında gelen bir çuval sahneyi sadece bu filmden çıkarmak mümkün. Sperm sahnesi, penisin fermuara sıkışması, köpeğe yapılan kalp masajı, bu sahnelerden en akılda kalanları. Tüm bu curcuna arasında senaryosundan fire vermeyen, çok başarılı kurgusuyla, hiç beklemesek de bizi şaşırtmayı başaran bir film bu. Ben bugün başarılı olmuş ve tuvalet mizahını su içer gibi kullanan kuşağın bu filme ve bu adamlara çok şey borçlu olduğunu düşünüyorum. Tanrı onları korusun.
the descendants
The Descendants (Alexander Payne)=3
Anlaşılan Payne “About Schmidt” gibi sert bir film bir daha çekmeyecek. Bolca hayatla/ölümle cebelleşme üzerine bir filmde, bizim öyle derin derin düşünüp kafayı yememizi istemediğinden herhalde, filme, sırıtan çocukça şakalar ve karakterler koymayı ihmal etmemiş Payne. Tabii sevdiğin birine veda etme motifini, tıpkı Kieslowski’nin Blue’sunda olduğu gibi zorlaştıran ve tüm günahlarına rağmen affetmeye inanan bir görüşü filme iyi kötü yediren de bir Payne var elimizde. Bu film, Payne filmografisinin en kötü filmi, bunu tartışmayız bile herhalde; ama bu kötülüğün içinde kendisinin %100 parçası bulunduğu için, Payne’in bildiği yolda gittiğini çıkarabiliyoruz. Bu da bizi mutlu ediyor tabii. Ha, bu arada, George Clooney için “iyi oynamıyor” yorumu yanlış olacağından şöyle kuruyorum cümlemi: “oynamayı tercih etmemiş". Sıcaktan herhalde.
Anlaşılan Payne “About Schmidt” gibi sert bir film bir daha çekmeyecek. Bolca hayatla/ölümle cebelleşme üzerine bir filmde, bizim öyle derin derin düşünüp kafayı yememizi istemediğinden herhalde, filme, sırıtan çocukça şakalar ve karakterler koymayı ihmal etmemiş Payne. Tabii sevdiğin birine veda etme motifini, tıpkı Kieslowski’nin Blue’sunda olduğu gibi zorlaştıran ve tüm günahlarına rağmen affetmeye inanan bir görüşü filme iyi kötü yediren de bir Payne var elimizde. Bu film, Payne filmografisinin en kötü filmi, bunu tartışmayız bile herhalde; ama bu kötülüğün içinde kendisinin %100 parçası bulunduğu için, Payne’in bildiği yolda gittiğini çıkarabiliyoruz. Bu da bizi mutlu ediyor tabii. Ha, bu arada, George Clooney için “iyi oynamıyor” yorumu yanlış olacağından şöyle kuruyorum cümlemi: “oynamayı tercih etmemiş". Sıcaktan herhalde.
somewhere
Somewhere (Sofia Coppola)=3,5
Kabul etmek lazım, Lost in Translation olmasaydı, bu film iyi bir film olacaktı. Mukayese edildiğinde Somewhere bir çok açıdan Translation’ın gerisinde. Coppola’nın Lost in Translation’da yaratmayı başardığı boşluk hissi, herhangi bir eklentiye gerek olmaksızın başarılmıştı. Oysa bu filmde Coppola, kabul edelim, birçok kötü sembol kullanıyor (o araba ve yol da neyin nesi!), hatta kör gözüm parmağına yaptığı da söylenebilir (gelip duran striptizciler!). Fakat her şeye rağmen, kumaşından mıdır nedir, günlük ve sıradan sahnelere sinemasal bir hava vermede çok maharetli biri Coppola. Hayattaki arayışına devam eden baş karakterin hissettiği o kaybolmuşluk hissini, ağır bir yük gibi yüreğimize salmayı başarıyor örneğin. Bir taraftan kötü bir film, evet, ama bir taraftan da çok etkileyici, güzel bir film. Coppola doğru yolda…
Kabul etmek lazım, Lost in Translation olmasaydı, bu film iyi bir film olacaktı. Mukayese edildiğinde Somewhere bir çok açıdan Translation’ın gerisinde. Coppola’nın Lost in Translation’da yaratmayı başardığı boşluk hissi, herhangi bir eklentiye gerek olmaksızın başarılmıştı. Oysa bu filmde Coppola, kabul edelim, birçok kötü sembol kullanıyor (o araba ve yol da neyin nesi!), hatta kör gözüm parmağına yaptığı da söylenebilir (gelip duran striptizciler!). Fakat her şeye rağmen, kumaşından mıdır nedir, günlük ve sıradan sahnelere sinemasal bir hava vermede çok maharetli biri Coppola. Hayattaki arayışına devam eden baş karakterin hissettiği o kaybolmuşluk hissini, ağır bir yük gibi yüreğimize salmayı başarıyor örneğin. Bir taraftan kötü bir film, evet, ama bir taraftan da çok etkileyici, güzel bir film. Coppola doğru yolda…
cabin fever
Cabin Fever (Eli Roth)=3,5
Cabin Fever kimilerinin iddia ettiği gibi “Evil Dead” filan değil, ama yine iddia edildiği gibi öyle berbat bir film de değil. Türün kendisine hakim, onunla kafasına göre oynamasını bilen, kendini ciddiye almayan ve izleyicisine görsel bir korku şöleni izletmek isteyen bir film bu. İzleyicisini ters köşeye yatırmada, sırf eğlenceli olsun diye ilginç karakter yaratmada, algı bozmada ve finaliyle şaşırtmada maharetli bir film olduğunu da belirtmemiz lazım. Korku sinemasının gideceği yer bu yönde olursa eğer kazananı da çok olur kanımca. Küvette bacaklarını tıraş eden kız ise filmin en iyi sahnesi. Eli Roth, otellerden uzak dur artık!
Cabin Fever kimilerinin iddia ettiği gibi “Evil Dead” filan değil, ama yine iddia edildiği gibi öyle berbat bir film de değil. Türün kendisine hakim, onunla kafasına göre oynamasını bilen, kendini ciddiye almayan ve izleyicisine görsel bir korku şöleni izletmek isteyen bir film bu. İzleyicisini ters köşeye yatırmada, sırf eğlenceli olsun diye ilginç karakter yaratmada, algı bozmada ve finaliyle şaşırtmada maharetli bir film olduğunu da belirtmemiz lazım. Korku sinemasının gideceği yer bu yönde olursa eğer kazananı da çok olur kanımca. Küvette bacaklarını tıraş eden kız ise filmin en iyi sahnesi. Eli Roth, otellerden uzak dur artık!
good will hunting
Good Will Hunting (Gus Van Sant)=3
Ortada inanılmaz yetenekli, öyle profesörlerin filan yıllardır çözemediği soruları beş dakikada çözen, amma velakin hilkat garibesi olan bir çocuk var. Oldukça fakir, hademelik yapıyor, anne babası yok ve arkadaşlarıyla derme çatma bir evde yaşıyor. Karşısına çıkan profesör, ona akıl almaz bir yeteneği olduğunu ve bunu kullanması gerektiğini, kullanırsa da zaten çok iyi bir noktaya gelip, bu kötü koşullardan kurtulacağını söylüyor. Çocuğu buna ikna etmek zor olduğu için de ona bir psikolog tutuyorlar. İşte Good Will Hunting, yeteneğini kullanmayı reddedip çoban olmak isteyen bu salak çocuğun, bu psikolog tarafından adam edilme öyküsünü anlatıyor. Ama ben size çok daha ilgi çekici bir şey söyleyeceğim: sinema tarihinin en muazzam öpüşmesi bu filmde! Bu filmi sadece bu sahne için hep hatırlayacağım.
3 Ağustos 2012 Cuma
shame
Shame (Steve McQueen)=3,5
Shame, bağımlılığın çeşitli halleri üzerine bir film. Örneğin telefonla sürekli Brandon’ı arayan kadın Brandon’a bağımlı. Bu bir aşk bağımlılığı… Kardeşi kendisine bağımlı, bu da bir çeşit ekonomik bağımlılık. Brandon ise ne ekonomik olarak ne de sevgililerine bağımlı; ama o da seks bağımlısı. Filmin yakaladığı tek bir sahne üzerine sürekli giderek rahatsız edici bir gerçeklik yakaladığı kesin. Brandon’ın iş arkadaşı Marianne’la yaptığı ve yarıda kalan seks sahnesinde nedeni anlaşılmaz bir rahatsız edicilik var mesela. Her şeye rağmen filmin içine yedirilmiş abi-kardeş ilişkisi, bir müddet sonra filmdeki irtifasını kaybedip yanlış sulara gidiyor ve filmin temel dinamiğini sömürmekten başka bir işe yaramıyor. Yemek sahnesi ve abi kardeşin yaptıkları ‘kardeşlik’ münakaşası muazzam.
Shame, bağımlılığın çeşitli halleri üzerine bir film. Örneğin telefonla sürekli Brandon’ı arayan kadın Brandon’a bağımlı. Bu bir aşk bağımlılığı… Kardeşi kendisine bağımlı, bu da bir çeşit ekonomik bağımlılık. Brandon ise ne ekonomik olarak ne de sevgililerine bağımlı; ama o da seks bağımlısı. Filmin yakaladığı tek bir sahne üzerine sürekli giderek rahatsız edici bir gerçeklik yakaladığı kesin. Brandon’ın iş arkadaşı Marianne’la yaptığı ve yarıda kalan seks sahnesinde nedeni anlaşılmaz bir rahatsız edicilik var mesela. Her şeye rağmen filmin içine yedirilmiş abi-kardeş ilişkisi, bir müddet sonra filmdeki irtifasını kaybedip yanlış sulara gidiyor ve filmin temel dinamiğini sömürmekten başka bir işe yaramıyor. Yemek sahnesi ve abi kardeşin yaptıkları ‘kardeşlik’ münakaşası muazzam.
little children
Little Children (Todd Field)=3
Her filmin derdini çok iyi anlattığı en az bir sahnesi vardır. Bu filminki elbette havuz sahnesi. Her türlü rezilliğin içinde yüzen banliyö halkının, suçu ayan beyan ortada olan bir sapığı bulunca günahlarını onun üzerine boca edip rahatlaması... Filmin artısı, çocuk tacizcisi tarafını liberal bir oyunla evcilleştirmeye çalışmaması ve koyu bir ayrım yaratıp iyi taraf tutmayı isteyen izleyicinin elini zorlaştırması. Kötü tarafı ise, karakterlerini çok taraflı çizmesi ve derinliği yok edip elindeki kozu sığlığa ve rutinliğe hapsetmesi. Brad’in karısının giriftsizliği ve filmin bu kadını anlamamıza izin vermemesi adeta kendi ayağına sıktığı bir kurşun. Tıpkı Madam Bovary tartışmasında Sarah'nın Bovary'e orospu diyen 'rakibinin' çok zayıf çizilmesi gibi... Finaldeyse, Brad'ın, kay kay yapmaya karar verip orasını burasını kırması ise filmin tüm ağırlığının buharlaşmasına neden oluyor. İnsan “yazık olmuş” demeden edemiyor.
Her filmin derdini çok iyi anlattığı en az bir sahnesi vardır. Bu filminki elbette havuz sahnesi. Her türlü rezilliğin içinde yüzen banliyö halkının, suçu ayan beyan ortada olan bir sapığı bulunca günahlarını onun üzerine boca edip rahatlaması... Filmin artısı, çocuk tacizcisi tarafını liberal bir oyunla evcilleştirmeye çalışmaması ve koyu bir ayrım yaratıp iyi taraf tutmayı isteyen izleyicinin elini zorlaştırması. Kötü tarafı ise, karakterlerini çok taraflı çizmesi ve derinliği yok edip elindeki kozu sığlığa ve rutinliğe hapsetmesi. Brad’in karısının giriftsizliği ve filmin bu kadını anlamamıza izin vermemesi adeta kendi ayağına sıktığı bir kurşun. Tıpkı Madam Bovary tartışmasında Sarah'nın Bovary'e orospu diyen 'rakibinin' çok zayıf çizilmesi gibi... Finaldeyse, Brad'ın, kay kay yapmaya karar verip orasını burasını kırması ise filmin tüm ağırlığının buharlaşmasına neden oluyor. İnsan “yazık olmuş” demeden edemiyor.
crazy, stupid, love.
Crazy Stupid Love (G. Ficarra, J. Requa)=3,5
Bildik bir rotadan gidip, virajı sonlara doğru iyi alan bir filmle karşı karşıyayız. İlk bölümde Cal’ın Jacob tarafından eğitildiği klasik sahneleri izliyoruz. İkinci bölümde Jacob’ın tarafına odaklanıp onun Hannah’yla bir ilişki yaşamaya başladığına tanıklık ediyoruz. Virajda, Hannah’nın Cal’ın kızı olduğunu öğrenince film örgüyü tersine çevirmiş oluyor. Buna yeterince zaman ayrılsa ve film bu iki konuya odaklansa ortaya inanılmaz bir şeyin çıkacağı kesin; ama, Jessica'nın Cal'a ve Robbie'nin de Jessica’ya duyduğu aşka fazla zaman ayırıp eğlenceli tesadüfler oyunu yapmayı daha ‘izlenebilir’ bulduğu için daha derine değil, enlemesine genişlemeyi tercih ediyor. Her zaman olduğu gibi ‘buna da şükür’ diyoruz. Julian Moore, işin eğlencesini kaçırıp çok iyi oynamış, onu da söylemek lazım.
Bildik bir rotadan gidip, virajı sonlara doğru iyi alan bir filmle karşı karşıyayız. İlk bölümde Cal’ın Jacob tarafından eğitildiği klasik sahneleri izliyoruz. İkinci bölümde Jacob’ın tarafına odaklanıp onun Hannah’yla bir ilişki yaşamaya başladığına tanıklık ediyoruz. Virajda, Hannah’nın Cal’ın kızı olduğunu öğrenince film örgüyü tersine çevirmiş oluyor. Buna yeterince zaman ayrılsa ve film bu iki konuya odaklansa ortaya inanılmaz bir şeyin çıkacağı kesin; ama, Jessica'nın Cal'a ve Robbie'nin de Jessica’ya duyduğu aşka fazla zaman ayırıp eğlenceli tesadüfler oyunu yapmayı daha ‘izlenebilir’ bulduğu için daha derine değil, enlemesine genişlemeyi tercih ediyor. Her zaman olduğu gibi ‘buna da şükür’ diyoruz. Julian Moore, işin eğlencesini kaçırıp çok iyi oynamış, onu da söylemek lazım.
carnage
Carnage (Roman Polanski)=5
Carnage, nerdeyse tek bir odada geçiyor. Karakterler de doğal olarak sazı eline alıp döktürüyorlar. Filmin derdi, birbirinden kesin çizgilerle ayrılmış Derridacı dikotomileri teker teker yapı sökümüne uğratmak. Çocuklar ve yetişkinler? Yetişkinlerin hepsi çocuklaşıveriyor. Nezaket ve kabalık? Nazik olanlar birden kabalaşıveriyor. Gerçeklik ve yalan? Gerçek dedikleri her şey yalanla kavrulmuş. Medeniyet ve barbarlık? Eh, tüm görüntülerine rağmen karakterlerin medeniyetten nasibini almamış davrandığı bir sürü sahne var. Carnage, işin ilginci, tüm bunları gösterip çekip gitmiyor. Eleştirip basite kaçmak, kısacası muhalif olmak gibi bir tuzağa düşmüyor. Tüm bunları 'gösterirken', yapıyı muazzam örneklerle usul usul sökerken, bir taraftan da yeni'yi inşa ediyor. Ne basit bir itiraflar silsilesiyle, ne 'şunu öğrendik' didaktikliğiyle, ne de karakterlerin birbirleriyle uzlaştığı liberal bir sonla bitiyor film. Tam tersine, uzlaşmacı kültüre ve liberalizme verilmiş enfes bir karşılık Carnage. Haklıyla haksızı ayırmanın zor olduğu, doğruyla yanlışın nerde başlayıp nerede biteceğinin flulaştığı bu dünyada, film, yüzer gezer bir gerçeklik kavramını karakterlerine top yapıp oynatıyor adeta. Hatta Chantal Mouffe'un 'radikal demokrasi' kavramındaki 'antagonizm' terimine buradan yola çıkılarak rahatlıkla ulaşılabilir. Darjeeling esprisi ve hamster, filmin doruk noktaları.
Carnage, nerdeyse tek bir odada geçiyor. Karakterler de doğal olarak sazı eline alıp döktürüyorlar. Filmin derdi, birbirinden kesin çizgilerle ayrılmış Derridacı dikotomileri teker teker yapı sökümüne uğratmak. Çocuklar ve yetişkinler? Yetişkinlerin hepsi çocuklaşıveriyor. Nezaket ve kabalık? Nazik olanlar birden kabalaşıveriyor. Gerçeklik ve yalan? Gerçek dedikleri her şey yalanla kavrulmuş. Medeniyet ve barbarlık? Eh, tüm görüntülerine rağmen karakterlerin medeniyetten nasibini almamış davrandığı bir sürü sahne var. Carnage, işin ilginci, tüm bunları gösterip çekip gitmiyor. Eleştirip basite kaçmak, kısacası muhalif olmak gibi bir tuzağa düşmüyor. Tüm bunları 'gösterirken', yapıyı muazzam örneklerle usul usul sökerken, bir taraftan da yeni'yi inşa ediyor. Ne basit bir itiraflar silsilesiyle, ne 'şunu öğrendik' didaktikliğiyle, ne de karakterlerin birbirleriyle uzlaştığı liberal bir sonla bitiyor film. Tam tersine, uzlaşmacı kültüre ve liberalizme verilmiş enfes bir karşılık Carnage. Haklıyla haksızı ayırmanın zor olduğu, doğruyla yanlışın nerde başlayıp nerede biteceğinin flulaştığı bu dünyada, film, yüzer gezer bir gerçeklik kavramını karakterlerine top yapıp oynatıyor adeta. Hatta Chantal Mouffe'un 'radikal demokrasi' kavramındaki 'antagonizm' terimine buradan yola çıkılarak rahatlıkla ulaşılabilir. Darjeeling esprisi ve hamster, filmin doruk noktaları.
blue valentine
Blue Valentine (Derek Cianfrance)=3,5
Dean’ın aşkları için seçtiği şarkının filmdeki iki ayrı sahnede kullanıldığı an, filmin derdini en rahat anlattığı an denilebilir. Başından sonuna hiç fire vermeden, soğuk kanlı bir cerrahın, buz gibi bir morgda, ölmüş bir ilişkiye otopsi yapması gibi bir film bu. Cianfrance, cicim aylarını yaşayan çiftleri evlerine öyle bir kroşeyle yollamak istiyor ki, elinden ne geliyorsa, hep en beterini yapmadan duramıyor adeta. İlişki bitiyor, evlilik bitiyor, evin köpeği ölüyor, filmdeki yaşlıların hepsi acınacak halde, baba oksijen tüpüyle idare ediyor, Dean'in gençken evini taşıdığı ihtiyar bir noktada ölüyor. Çiftin diyalogları son derece sıkıcı ve anlamsız... Mutlu güzel günlere yapılan geri dönüşler de, bu anlamda hayli ‘kanırtıcı’ duruyor tabii. Örneğin Haneke böyle hamlelere gerek duymadığı için çok iyi bir yönetmen. Filmin finalindeki evlilikle boşanma anlarını üst üste bindirerek anlatan Cianfrance, gerçekçi olayım derken, halledemediği ayrılık problemlerini, izleyicisinin üzerine boca edip, sahte bir orgazma doğru koşturuyor. En mantıklısı gerçekten gerçekçi olmak. Örneğin bir ayrılığı anlatan “Eternal Sunshine…” bile Blue Valentine’dan daha gerçekçi. Gerisini siz düşünün.
Dean’ın aşkları için seçtiği şarkının filmdeki iki ayrı sahnede kullanıldığı an, filmin derdini en rahat anlattığı an denilebilir. Başından sonuna hiç fire vermeden, soğuk kanlı bir cerrahın, buz gibi bir morgda, ölmüş bir ilişkiye otopsi yapması gibi bir film bu. Cianfrance, cicim aylarını yaşayan çiftleri evlerine öyle bir kroşeyle yollamak istiyor ki, elinden ne geliyorsa, hep en beterini yapmadan duramıyor adeta. İlişki bitiyor, evlilik bitiyor, evin köpeği ölüyor, filmdeki yaşlıların hepsi acınacak halde, baba oksijen tüpüyle idare ediyor, Dean'in gençken evini taşıdığı ihtiyar bir noktada ölüyor. Çiftin diyalogları son derece sıkıcı ve anlamsız... Mutlu güzel günlere yapılan geri dönüşler de, bu anlamda hayli ‘kanırtıcı’ duruyor tabii. Örneğin Haneke böyle hamlelere gerek duymadığı için çok iyi bir yönetmen. Filmin finalindeki evlilikle boşanma anlarını üst üste bindirerek anlatan Cianfrance, gerçekçi olayım derken, halledemediği ayrılık problemlerini, izleyicisinin üzerine boca edip, sahte bir orgazma doğru koşturuyor. En mantıklısı gerçekten gerçekçi olmak. Örneğin bir ayrılığı anlatan “Eternal Sunshine…” bile Blue Valentine’dan daha gerçekçi. Gerisini siz düşünün.
9 songs
9 Songs (Michael Winterbottom)=3
9 Songs’ta, belirli aralıklarla verilen dokuz tane konser görüntüsü var. Bu aralıklardan geriye kalan aralıklarda ise mütemadiyen filmin tek oyuncuları olan iki sevgili sürekli sevişiyorlar. Sevişmekten bahsettiğim, gerçekten sevişiyorlar. Cinsel organların, penetrasyonun açıkça göründüğü; hatta erkek karakterin boşaldığı sahneler bunlar. Peki, filme pornografik veya erotik yaftası vurabilir miyiz? Hayır. İşte bence 9 Songs’un hüneri, tüm bunları sıradanlığı ölçüsünde vermeyi başarması. Kadın karakterlerin çarşafla göğüslerini örtmediği, sevişmenin hemen ardından kadın karakterin doğru mutfağa gidip yemek yapmaya devam ettiği bir film, bize adeta film değil de belgesel havası vermeyi başarıyor.
50/50
50/50 (Jonathan Levine)=3
50/50’nin en büyük başarısı kansere yakalanmış birinin hayatını duygu sömürüsü yapmadan ve bir de üstüne şakayla anlatması. Kanser olmak ve şaka… Hmm, pek de uygun bir çift gibi durmuyorlar. Oysa aslında ölümle komedyenlerin arasının çok iyi olduğunu biliyoruz. Hemen aklımıza Cem Yılmaz’ı, Payne’nin son filmi Descendants’ı ve Apatow’un öleceğini öğrenen komedyenini getirelim. 50/50 de bu işi iyi kıvırıyor, ama en başarısız olduğu nokta hikayesini en başından ve maalesef biraz da amatörce açık etmesi. Adam ve kız arkadaşı arasındaki ilişki bu kadar ucuz harcanmasaydı, oradan filmi daha derin sulara çekecek bir noktaya ulaşılabilirdi. Olsun, buna da şükür.
50/50’nin en büyük başarısı kansere yakalanmış birinin hayatını duygu sömürüsü yapmadan ve bir de üstüne şakayla anlatması. Kanser olmak ve şaka… Hmm, pek de uygun bir çift gibi durmuyorlar. Oysa aslında ölümle komedyenlerin arasının çok iyi olduğunu biliyoruz. Hemen aklımıza Cem Yılmaz’ı, Payne’nin son filmi Descendants’ı ve Apatow’un öleceğini öğrenen komedyenini getirelim. 50/50 de bu işi iyi kıvırıyor, ama en başarısız olduğu nokta hikayesini en başından ve maalesef biraz da amatörce açık etmesi. Adam ve kız arkadaşı arasındaki ilişki bu kadar ucuz harcanmasaydı, oradan filmi daha derin sulara çekecek bir noktaya ulaşılabilirdi. Olsun, buna da şükür.
25th hour
25th Hour (Spike Lee)=4,5
Spike Lee, ne kadar iyi ve temiz bir hikayeci olduğunu bu filmle bir kez daha kanıtlamış oldu. Bu filmde ben, hiçbir şaşırtıcı manevraya gerek duymayan, gayet belli iniş çıkışları olan, sonu başından belli ve sadece taşıdığı dünyayı sinemasal gücüyle vermeye meyilli muhteşem bir ‘hikaye anlatma’ yeteneği görüyorum. Basit anlamda “sinema nedir” semineri düzenlense, bu soruyu bu film üzerinden cevaplayabilirim. Monty’nin köpeğinin filme kattığı nüansı, hapse gireceği belli olan Monty’nin karısından şüphelenmesini, deadline’ı olan bir adam üzerinden geçmişini sorgulama işlemini fon alıp koca bir ülkeyi sorgulamayı başarmasını düşünün. Filmin finalinin en iyi finallerden biri olduğunu ama Lee'nin bunu "sürpriz son" ile hiç ilgisi olmadan, sonu başından belli bir finalle nasıl bu kadar çarpıcı yapabildiğini düşünün. Lee bu filmde, sinemayı şeytani bir hikayecilikle birleştiriyor.
Spike Lee, ne kadar iyi ve temiz bir hikayeci olduğunu bu filmle bir kez daha kanıtlamış oldu. Bu filmde ben, hiçbir şaşırtıcı manevraya gerek duymayan, gayet belli iniş çıkışları olan, sonu başından belli ve sadece taşıdığı dünyayı sinemasal gücüyle vermeye meyilli muhteşem bir ‘hikaye anlatma’ yeteneği görüyorum. Basit anlamda “sinema nedir” semineri düzenlense, bu soruyu bu film üzerinden cevaplayabilirim. Monty’nin köpeğinin filme kattığı nüansı, hapse gireceği belli olan Monty’nin karısından şüphelenmesini, deadline’ı olan bir adam üzerinden geçmişini sorgulama işlemini fon alıp koca bir ülkeyi sorgulamayı başarmasını düşünün. Filmin finalinin en iyi finallerden biri olduğunu ama Lee'nin bunu "sürpriz son" ile hiç ilgisi olmadan, sonu başından belli bir finalle nasıl bu kadar çarpıcı yapabildiğini düşünün. Lee bu filmde, sinemayı şeytani bir hikayecilikle birleştiriyor.
secrets & lies
Secrets & Lies (Mike Leigh)=2
Mike Leigh, duygu yoğunluğunun derin olduğu ve oyuncunun da kendini oyununa kaptırdığı sahneler çekmeye bayılıyor. Bu sahnelerde zaman kaybetmesinin nedeni oyunculuğa fazla yaslanmasından kaynaklanıyor. Derin ve yoğun sahnelerin izleyiciyi filmin içine çektiği, karakterlere sempati sağlama olanağını kolayca verdiği aşikar; ama işte bana kalırsa bu yoğunluk tam da onun bu filmde sinemadan uzaklaşmasına ve dramaya, yani tiyatroya yaklaşmasına sebep olmuş durumda. Bir sinema filminde ‘sinemadan uzaklaşmak’ dediğim şeyse, benim pek tasvip etmediğim bir özellik.
Mike Leigh, duygu yoğunluğunun derin olduğu ve oyuncunun da kendini oyununa kaptırdığı sahneler çekmeye bayılıyor. Bu sahnelerde zaman kaybetmesinin nedeni oyunculuğa fazla yaslanmasından kaynaklanıyor. Derin ve yoğun sahnelerin izleyiciyi filmin içine çektiği, karakterlere sempati sağlama olanağını kolayca verdiği aşikar; ama işte bana kalırsa bu yoğunluk tam da onun bu filmde sinemadan uzaklaşmasına ve dramaya, yani tiyatroya yaklaşmasına sebep olmuş durumda. Bir sinema filminde ‘sinemadan uzaklaşmak’ dediğim şeyse, benim pek tasvip etmediğim bir özellik.
cannibal holocoust
Cannibal Holocoust (Ruggero Deodato)=2
İzlenmesi zor filmler listelerinin en zirvelerinde yer alır genelde Cannibal Holocoust. Bazı noktalarda gerçekten bir şeyler anlatıyormuş numarası yapar, bizi zaman zaman düşündürtmeye teşvik ettiği olur; ama heyecanlı bir ilk okul çocuğunun afacanlığıyla öyle yerlere dalıp öyle anlamsız şekilde zamanı boşuna harcar ki, aslında şunu yapmaya çalıştığını hemen anlarız: “beyler bayanlar, kusura bakmayın ama ben bir sürü bakamayacağınız sahne göstermek istiyorum, ne olur affedin.” Öyle de yapar. Pornografiye kayıp eğlenceli anlar yakalamaya çalıştığı anlar izleyende kafa karışıklığına neden olur. Fakat her şeye rağmen bir hafta sonu pop-corn’u olarak izlenebilir. Belli başlı takıntılarınız yoksa eğer…
İzlenmesi zor filmler listelerinin en zirvelerinde yer alır genelde Cannibal Holocoust. Bazı noktalarda gerçekten bir şeyler anlatıyormuş numarası yapar, bizi zaman zaman düşündürtmeye teşvik ettiği olur; ama heyecanlı bir ilk okul çocuğunun afacanlığıyla öyle yerlere dalıp öyle anlamsız şekilde zamanı boşuna harcar ki, aslında şunu yapmaya çalıştığını hemen anlarız: “beyler bayanlar, kusura bakmayın ama ben bir sürü bakamayacağınız sahne göstermek istiyorum, ne olur affedin.” Öyle de yapar. Pornografiye kayıp eğlenceli anlar yakalamaya çalıştığı anlar izleyende kafa karışıklığına neden olur. Fakat her şeye rağmen bir hafta sonu pop-corn’u olarak izlenebilir. Belli başlı takıntılarınız yoksa eğer…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)